Bugun Yavuzcan Yazici konuk geldi... Ozel bir insan... Ozelligi isminin altindaki Genel Mudur, Halkla iliskiler Danismani, Kurumsal Iletisim Danismani, Kurumsal Algi ve Itibar Yonetimi Danismani, Pazarlama Iletisimi Danismani unvanlarindan gelmiyor benim icin...
Saklanmadan konusabildigim, anlattiklarini dinledigim, soylediklerine deger verdigim icin ozel...
Ozel, cunku, duygusal kalitesi yuksek, akilli, dunyayi sorgulayan, elestirdigi hersey icin cozum de uretmeye calisan bir insan o... Yilbasinda yolladigi bu e-kart bile soylemeye calistigi seylerin hic te siradan olmadiginin bir gostergesi...
Sevgili Yavuzcan, burada oldugun icin tesekkurler... Yine gel... Senin gibi insanlarin varligi, cogumuzun insanlara olan inanclarini guclendiriyor...
--------------------------------------------------------------------------------------------
GERCEKTE KAC YASINDASINIZ?
Bugün postama düşen Erdal Atabek'in bu yazısı, hemen herkesin oturup düşündürecek denli önemli bir temayı işliyor.
Yazıyı okuduktan sonra bir an düşündüm; nasıl 48 yaşıma geliverdiğimi... Hayatımın kilometre taşlarını...
Evlilik ve çocuk sahibi olmaya ne kadar karşıydım ama 30'umda evlendim, 37 yaşına geldiğimde bir bebeğimiz oldu. O bebek şimdi bizimle zaman geçirmiyor, yüzünü az görüyorum. Artık zarif bir genç kızla, herşeyi bilen, sanki uzaylı bir yaratıkla sohbet ediyorum.
Hırslarım kalmadı ama dünyanın sorunlarına, yaşadığımız görüntü ile gereçekler arasındaki farkı anlamaya daha çok kafa yoruyorum, daha çok kitap okuyorum, cahilliğimi, boşa harcadığım zamanları kapatmak istercesine... Anna Karanina'yı yetişkin bir erkek olarak bir kez daha okuyorum, kısa hayatımı derinleştirmek, uzun yaşamak istercesine...
Benim dışındakilerin de akıllarına, duygularına değmek, gözlerindeki perdeyi açmak kaygısıyla daha çok yazıyor, edindiklerimi paylaşıyorum.
Daha çok insanla tanışıyorum, yeni ülkeler keşfedercesine... Renk katıyorlar dünyama... Daha çok müzik dinliyorum, farklı tınılar arıyorum, ne hayret ki daha çabuk buluyorum ruhumu zenginleştireni...
Zaman daha hızlı akıyor, sanki... Sanki dünya bir zaman sıçraması yapmış... Günler daha çabuk geçiyor... Sabah telaşı, akşam sakinliğine bırakıveriyor. Pazartesiyi yaşarken daha bakıyorum Cuma oluvermiş... Sevdiğim bir arkadaşımla 10 yıldır, kimisiyle 25 yıldır görüşmemiş, konuşmamışım... Her yeni yıl, daha çabuk geliyor, artık...
Bu arada validem toprak olmuş...
Kızımı özler olmuşum, hayat yoldaşım eşimle uzun süredir sohbet etmemişim, irkiliyorum.
Oysa kana kana su içer gibi, ağız dolusu sohbetler etmek istediğim o kadar çok insan var ki... Sabah ve gece arasındaki o an'lık zamana denk getirip bulaşamıyorum..
Eminim birçoğumuz benzer şekilde yaşıyor...
Keşke bir an, zaman dursa da uzaydan kendimize bakabilsek ne yapıyoruz? Zaman seline kapılmış nereye sürükleniyoruz?
Hızlandırılmış film ya da multivizyon gösterisindeki binlerce karenin içieçe geçip aktığı gibi, dünya, doğa, evren, atmosfer, mevsimler hızla değişiyor, solarak, kirlenerek...
Hanenin, mahallenin, köyün, yörenin, kasabanın, bölgenin, kentin, buralara ait yüzlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarılan tüm insan değerleri kayboluyor, değişiyor, küreselleşiyor, aynılaşıyor, yeknasaklaşıyor, giderek...
Oysa bu sular seller gibi akıp giden zamanda değişmeyen tek şey olaylar, entrikalar, düzenbazlar, katiller, politikacılar...
Hepsi aynı prototip gibi kaşımızda duruyor... El kol hareketleri, bağırtılı lafları, tad vermeyen, saygı uyandırmayan tipleri ile... Oyun aynı oyun... Oyunların gazete ve ekranlardaki yansımaları... Cebimize de gelse, masamızdaki düz ekranda da görsek aynı terane...
Eminim sizler de hatırlamayacaksınız, küçüklüğümden beri aklımda kalan şu ki; ne Türkiye ne de dünya, hiçbir zaman bir araya gelemeyen "bir avuç iyi adam" tarafından ehil bir şekilde yönetilmedi...
Yeri gelmişken bişey daha hatırladım. İsmet İnönü'nün sözü de dün gibi aklımda; "Bu ülkede namuslular, namussuzlar kadar cesaret gösterebilseydi, çok şey değişirdi"... Geçmişe uzun yolculuklar yapıyor, bugün yaşadığımız çirkinliklerle yüzleşiyor, gelecekte hayatın daha kolay ve yaşanabilir olacağı ümidiyle yapabileceğim çok şey olduğuna inanarak, hayal kurmaya devam ediyorum.. Aksi halde şalteri indirmek lazım.
Bu zaman yolculuğundaki gel/gitler arasında kaç yaşımda olduğumu unutuyor, kimi zaman da bunalıp "durdurun şu dünyayı, inecek var" diye bağırasım geliyor...
Gençliğimde, gençliğini tanıdığım Dr. Erdal Atabek de hahsettiğim duyguları, kuşkusuz çok daha güzel ifade ediyor... Şimdi O'nu okuyalım, bakalım nasıl ifade ediyor...
Yavuzcan Yazici
-----------------------------------------------------------------------------
Ergen yaşlarımızda kırk yaşını geçenleri ‘artık gereksiz’ sayardık. “Kırkını geçenleri tamam, kenara ayıracaksın.” Kenara ayırıp ne yapacaktık, bilmiyorum.
Kırkına geldiğimizde bunları unutmuştuk bile. 1970’lerdi, toplumsal mücadelelerin içindeydik. Sonra, ellili yaşlar geldi, 1980 dönemiydi. 12 Eylülleri yaşıyorduk.
Dünya bilgi toplumuna geçiyordu. Türkiye Evren-Özal dönemini yaşıyordu.
E tipi Türkiye yaratılmıştı.
E tipi hapishaneler.
E tipi gençlik.
E tipi aydınlar.
E tipi insanlar.
Suçlular, suçlananlar, suçlanacaklar... 60’lı yaşlar 1990 Türkiye’siydi. Amerikan dünyası egemen oluyordu. Küresel kapitalizm yeni bir döneme giriyordu. Bütün dünya tek pazar oluyordu. İnsan ise ya müşteri ya satıcı. Doğrusu, hem müşteri hem satıcı oluyordu. İnsanın metalaşma süreci gerçekleşiyordu. Marx bir kez daha haklı çıkmıştı.
2000 yılına gelirken “70 yaşımda olacağım” diye yazmıştım.
Şimdi 2010. 80 yaşıma mı girdim?
Şaka olmalı... *** Gerçekte kaç yaşındasınız?
Sokrates’i okudunuzsa yaşınız 2500 olmalıdır.
Galile’yi biliyorsanız 800 yaşındasınız.
Endüstri çağını anlıyorsanız 300 yıl ekleyin.
Tarım kültürünü biliyorsanız yaşınıza 10 bin yıl daha katın.
Gerçekte kaç yaşındasınız? Nüfus kâğıdınıza bakarsanız yanılırsınız, gerçekle ilgisi yoktur.
Gerçek, aklınızın yaşıdır.
Gerçek, bilincinizin yaşıdır.
Gerçek, duygularınızın yaşıdır.
Gerçek, yaşadıklarınızın yaşıdır.
Gerçek, anladıklarınızın yaşıdır.
Gerçek, yaptıklarınızın yaşıdır.
Gerçek yaşınızı merak ediyor musunuz?
Yaşadıklarınızdan ne anladığınızı sorun.
Yaşamınızı sorgulayın.
Sokrates’i yaşam rehberiniz yapın.
Gerçek yaşınızı mı soruyorsunuz?
Umutlarınıza bakın.
Kararlarınıza bakın.
Yaşama sevincinize bakın.
Neden yaşamak istediğinize bakın.
Yapmak istediklerinize bakın.
İradenize bakın.
Dünyaya bakın. Dünyanın geleceğine bakın.
O geleceğe ne katabileceğinize bakın.
Gerçek yaşınızı göreceksiniz...
ERDAL ATABEK --
7 yorum:
Mehtap,
Son günlerde sorguladıklarıma tercümöan olmuş bu yazı ve zamanın akıp giden bir olgu olduğu gerçeği...Paylaşımların için sonsuz teşekkürler...
Ebru(ancient)
MERHABA MEHTAP HANIM
YAKLAŞIK BEŞ AYDIR SİZİ HER HAFTA OKUYORUM VE HER OKUMAMDA FARKLI BAKIŞ AÇILARI, FARKLI DÜNYALAR GÖRÜYORUM SİZİ TÜM YÜREĞİMLE KUTLUYORUM İYİKİ VARSINIZ
Yani gercek yasimizi kemiklerimizdeki karbon oranlarindan degilde, kalbimiz ve beynimizdeki duygu ve dusuncelerden hesaplayacagiz. Ben varim..:)
hayat her zaman güzellikler ve mutluluklar getirmiyor,ama biz hep iyi yönden kalbimizin gözünden bakalım o hep en güzel yaşında nasıl olsa.vücudumuz kac yaşında olursa olsun o hep engüzel yaşında yeterki görmeyi bilelim.herşeyi bize ayrıntılarıyla yazdıgın için teşekkür edriz.arkadaşlarında dedigi ibi iyi ki varsın.sevgili mehtap hep hayatımızda ol bizim ufkumuzu ac.sevgiyle cok mutlu ol.
erdal beyle tanışmamız büyük oğlumun 3 yıl boyunca devam ettiği,Erdal beyinde danışmanlık yaptığı o yıllardaki ilklerden olan çok kıymetli bir anaokuldu.
kendisinden aldığımız feyzler,
hayatı sorgulayan-sorgulatan edaları ile bizlere kattığı sonsuz serüvenlerdir sevgili mehtap.
üzerinden 21 yıl geçmiş...
hayat bu...
buseferde küçük oğlumun devam ettiği özel derasnenin sahibinin vasıtasıyla karşılaştık bu kıymetli fikir adamıyla..
onu herhaliyle seviyorum...
en çokda BAŞININ DİK DURMASINI :)
yavuz beye paylaşmı için teşekkürler..
aracılığı ile sanada canı gönülden sevgiler....
Merhaba sevgili Mehtap hanım.
Uzun süre önce okumuş olduğum bu yazıyı tekrar okumama vesile olduğunuz için teşekkürler.
Kendi yazılarınız da, seçtiğiniz alıntı yazılar da ne kadar harika bir bakış açısına sahip olduğunuzu gösteriyor ve ben o bakış açısına gerçekden hayranım.
sevgiler Güngör.
Merhabalar,
Biz, ellerini yüzünde unutmuşların toprağında; yüzünde ömrünün cefası kadar çizgiler büyütmüş kadınların koynunda duruyoruz.
Her zaman değilse bile, hiç durmadan ve ısrarla yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça çelikleşen kadınların koynunda duruyoruz.
Biz kimseciklerin olmadığı karanlıklarda koynunu hüzne açan, hüzünlendikçe içine akan yaralarla boğuşan kadınların koynunda duruyoruz.
Böyle bilge lafların erbabı olmak için çocukluğunu bilmeden anneliğinden usanmış kadınların koynunda duruyoruz.
Biz onların koynunda durdukça onlar acılaıyla ve yalnızlıklarıyla bakıyorlar yüzlerimize.
Biz nerden bilelim yaşımızı...
Onlar biliyorlar mı nasıl büyüdüklerini, onlar biliyorlar mı Floransa'da bir yeşil tepede sarı sarı açan kantaronun tanrıyla ilişkisini?
Onlar biliyorlar mı Nice'de, bir ikindi vakti, kocasını otel odasında bırakmış, kumların üstünde kızaran aşkıyla yıldızların, akşamın koynundaki sevgiliyi?
Onlar nereren bilsin 60'ların zalim, 70'lerin hain, 80'lerin kimliksizlik olduğunu...
Biz yaşımızı bilmiyoruz elbette. Bizim kadınlarımız bilmiyorlarki yaşlarını, annelerimiz, ninelerimiz,ak güllerimiz, akça sevgililerimiz bilmiyorlarki yaşlarını...
Onlar yaşlarını öğrenene kadar...
Sahi biz kaç yaşındayız, siz kaç yaşındasınız şimdi..?
Sevgimle ve selamla...
Yorum Gönder