Mutfak penceresinden disariya bakiyoruz... Bak yapraklar dokulmeye basladilar bile diyorum, belki degisik renklerde toplayip bana getirirsin birkac tane... Burnunu cekiyor.. Hava cok sicak.. Cok nemli.. Cok yapis yapis... Ama ruzgar var.. Gunes gokyuzunde ama, gokyuzu grimsi...
Anne bu mevsimin adi ne diyor.. Bu mevsimin adi Roma diyorum..

21 Mayıs 2010 Cuma

CAM FINCANDA ESPRESSO...

Gunlerdir araliksiz yagmur yagiyor…

“Yakinda arabalarimizi kayiklarla degistirmek zorunda kalacagiz” diyorum anneme telefonda, “degisiklik olur” diyor her zamanki olumlulugu ile… Federico “ben yuzerek giderim” okula diyor…

Antonio bu konusmaya katilmiyor, cunku onun turkcesi “eline saglik, karpuz istiyorum, gunaydin, senin adin ne, buz yok, deniz cok soouk “ ile kisitli… Ama anlasa kesinlikle kayik degil, surat teknesi isterdi biliyorum…

“Babacigim, dun aksam Israil hastanesine calismaya gittim, Tiber nehrinin fotograflarini senin icin cektim” diyorum…


Yine boyle soguk ve gri bir gunde, Tiber kiyisinda bir kahvede oturmustuk ve babam “bulanik akardi Tiber” diye baslayan bir siir okumustu bize…


Ne zaman yagmurlu bir gunde gecsem, hep o gunu, o siiri, bir de babama bir turlu yeterince sicak cappuccini yapamayan Italyan barlarini dusunuyorum nedense…
Butun bir gece araliksiz suruyor yagmur… Erkenden kalkiyorum… Camin onunde sutlu kahvemi icerken bombos sokaga bakiyorum… Daha gunun baslamasina cok var… Dadi erkenden geliyor, ben de erkenden evden cikiyorum…

Gunun gri rengi, Roma’nin yesilligini ortmeye yetmiyor… Arabanin camindan gectigim sokaklarin fotograflarini cekiyorum, hastaneye geliyorum, her sabahki gibi once bir kahve icmek uzere benim “asik suratlilarin bari” dedigim bardan iceri giriyorum…

Her sabahki gibi “gunaydin” diyorum, her sabahki gibi cevap gelmiyor. “cam fincanda espresso lutfen” diyorum…

Kahvenin tabagini yuzume bakmadan onume koyuyor barci… Eline porselen fincani aldigini gorunce tepem atiyor...

Eylul ayinda, bizim bolum yolun karsisina tasindigindan beri hemen her sabah geldigim bu bara birdaha ayak basmamaya karar verip, hicbir sey soylemeden arkami donup cikiyorum…
Hastanenin barinda, hala 10 sentlik artis yuzunden artik inada binen boykot surdugu icin, yaklasik 200 metre mesafede, kaldirimsiz bir yoldan yuruyerek gitmem gerekse de, yeni acilan bir bara gitmek geliyor aklima …

Iceriye giriyorum… Uzun bir “buongiornooooo (iyi gunler, gunaydin)” geliyor tezgahin arkasindan… Disarida yagmur bardaktan bosanircasina yagiyor ve gulumsuyorum, “bakis acisina bagli gunun guzelligi, herneyse hayirli olsun bariniz, cam fincanda espresso lutfen” diyorum…

Bu sabah, bir fincan kahve icin yagmurun altinda elimde kocaman semsiye, bilgisayar cantasi, kendi cantam, topuklu cizmelerimle yurudugum yola bakip, kendi huysuzluguma da kizmiyor degilim ama yine de oturup, iki satir bile olsa kitabimi okuyacagim ve kahvemi yudumlayacagim o keyifli zamandan vaz gecmek istemiyorum…


Kahvemi alip Masaya gecerken, isminin Marco oldugunu yakasindan okudugum barci sorulara basliyor…
“Yakinda mi calisiyorsunuz?”
“Evet”
“Nerede?”
“Hastanede”
“Hemsire misiniz ?”
“Degilim…”
“Ne olarak calisiyorsunuz ?”
“Doktorum…”
“Italyan degilsiniz degil mi?”
“Pasaportuma bakarsaniz Italyan’im Marco ve kahvemi sicak icmeyi seviyorum” diyorum ve bu sorguyu kesip masaya oturuyorum…

Birden bire gelip, birsey soylemeden onumdeki kahveyi alip gidiyor…

Cok bozuluyorum… Cattik diyorum icimden… Bu sabah galiba kahve icemiyecegim…

Icimden “ya sabir” cekip kalkmaya hazirlanirken Marco, onume uzerine cikolata ile bir cicek cizilmis olan yeni bir kahve uzatiyor… “affet, merak ettim birden” diyor...
Gulumsuyorum...

Bardaki musterilere belli etmeden, telefonumla kahvemin fotografini cekiyorum...

Giderken, “kahve cok guzeldi” diyorum, nadiren cantamda bulunan kartimi veriyorum, “yarin sabah gorusuruz” diyorum…
Ertesi sabah bolum baskaniyla benim onerim uzerine bu kahvede bulusuyoruz… Marco yine “buongiornoooooooooo” diyor uzun uzun…

Yaninda kendi gibi guleryuzlu Ilaria var… “Taze kek ya da bogurtlenli tartolet istermisiniz” diye soruyor Ilaria…

Beni artik cok iyi taniyan, kaktus meyvesi dahil dikenin arkasinda saklanmis her meyveyi cok sevdigimi bilen bolum baskani, “tabii ki bogurtlenli tartolet yeriz ama bir taneyi ikiye bolun” diyor...

Sonra kahvelerimiz geliyor, benimkinin uzerinde, birgun once verdigim karta bakilarak adim yazilmis... “Ooooooooooooo” diyor bolum baskani... “Goz bebegi musteri olmussun bile”...“Nihayet barimi buldum” diyorum hocama... “Bence de bulmussun ama donuste yururken dikkat et, kaldirim yok burada” diyor...

Ben artik sabahlari kaldirimsiz caddeden yurumeyi goze alip bu bara geliyorum...
Hayatimda, “musoni (asik suratlilar)” den “sorridenti (guleryuzluler)”’e yaptigim bu gecisten gayet memnunum...

Yillar icinde, benzer sebeplerle vazgectigim manavlari, kasaplari, kuaforleri, supermarketleri, magazalari, benzin istasyonlarini, seyahat acentalarini dusunuyorum...

Oturur oturmaz kalkip kactigimiz restoranlari, hatta valizleri gerisin geriye indirip sil bastan otel aramalari...

Hep bu kadar kolay degil vaz gecmek... Basini cevirip, birinden oburune dogru yurumek, Iki sokak otedeki, baska bir alisveris merkezindeki, kaldirimsiz bir yolun sonundaki, eskiden beri var olan, yeni acilan bir digerini secmek...


Ama iste Murathan Mungan’in dedigi gibi, “giden degil her zaman terk eden”...

Icilen ayni kahve aslinda...


Cam bardakta espresso... 70 sent...


Birakilan ayni bahsis... 20 sent...


Musteri herhangi bir musteri... Ama iste kucucuk bir ozen...


Bir buongiorno, bir gunaydin, bazen kahvenin yaninda sunulan cikolata kapli kahve cekirdegi...

Cok bir sey degil bekledigim benim... Özen...

Sadece sabah kahvemi ictigim bir bardan degil, hayatima bir sekilde degen herkesten bekledigim sey, birazcik ozen...
.
Hepsi bu...


21 Mayis 2010’Roma

11 Mayıs 2010 Salı

GAMZE'NIN OYKUSU...


Gamze ile hic karsilasmadim... Ama annemle babam, onu ve esini anlata anlata bitiremiyorlardi ve birgun messenger'da babamla yazisirken, olagan disi birsey oldu. Babam cok hizli yaziyordu... Birden bire korktum, ne oluyor dedim, sen kimsin diye sordum, sonra webcam'i actik. Karsimda guleryuzlu, isil isil bir genc kadin oturuyordu... Uzun bir sure sohbet ettik, sicakligina, ictenligine, samimiyetine hayran birakti beni...


Zayiflamak istedigini annem soyledi once... Sonra da borekler, kurabiyeler, dolmalar yapip Gamze'nin sabrini sinadi bircok kez... "Gamze sabah ugradi, bize simit birakti" dedigi gunlerde de, ben hemen hesap sordum, "o simitten sen de yedin mi ?" diye...


Gamze kilosu vucudunun alt kisminda toplananlardan. Yani vermesi en zor olan kilo fazlaligi tipinden... Ama basardi... Istegiyle, azmiyle, sabriyla, kararliligi ile basardi... Esinin de ona cok destek oldugunu soylemeden gecemiyecegim...


"Gamze'cigim, masanizdaki bas yemegin izgara balik olmasindan cok memnunum ama yemek kuru sogan ve ekmek te olsa, agzinizin tadi ve yuzunuzdeki gulumseme hic kaybolmasin..." diyorum ve sizi Gamze'nin bu guzel oykusuyle bas basa birakiyorum.


12 Mayis 2010'Roma

-----------------------------------------------------------------------------------------------

Her diyet hikayesinin anlatımını oluşturan belli şablonlar vardır değil mi? Kimi "ben zaten oldum olası tombul bir bebekmişim "diye, kimi"aslında genç kızlığımda sıska bile sayılırdım ama ne olduysa evlendikten ve/veya çocuktan sonra oldu" diye başlar...

Nasıl başlarsa başlasın,hepimiz diyet kıskacına en az birkez kapılmışızdır. Hadi gerçekçi olalım, bu bir kezle kalmayıp tekrar tekrar yinelenen ve bumerang gibi gidip gidip geliveren kilolar olarak uzun yıllar hayatımızın baş konusu olmaya devam etmiştir.

Benim hikayem de hiç farklı değil, elli kiloyken bile basen problemi olan biri oldum hayat boyunca, hiç bir zaman sınıfın en narin kızı da olamadım. En zayıf olduğum zamanda bile, şöyle salınıverecek bir yapım olmadı sayılır. Üstelik gerçekten elli kilo olduğum yıllardı onlar.

Neyse gelelim vehametin başlangıcına; herkes aşık olunca yemeden içmeden kesilir, ben eşimle tanışınca işyerimizin çevresinde ne kadar lokanta varsa hepsini zengin ettik, adamlar yeni yatırım planları yapmaya başladı. Evlendik, aşk artarak çoğaldı, tabii yemeler de ...
ilk iki ayda 8 kilo aldım:( Eşime birşey olmadı acaba o beni sevmiyor mu???) Sonra kendimi dizginledim ama o sekiz kilo yapıştı üzerime. Neler denemedim ki,1990 ların ikinci yarısıydı ve Türkiye mucize mama!larla tanışıyordu tabii ben de o mamalarla, akapunktur, çeşitli diyetisyenler, telkinle tedavi seminerleri, besin toleransı, telkin cdleri, pasif!!jimnastik, daha neler neler..Türkiye'de olup da denemediğim pek birşey kalmadı denilebilir. Hemen hemen hepsinde kısa süreli başarılar elde ettim, hep balık etli oldum, kimi zaman sardalya, kimi zaman ton balığı...

Bu şubat ayı başında hayatımın en güzel fırsatını tuşlarımın altında yakaladım. Mevsimlerden Roma girdi hayatıma. Günlerce yazılanları, yorumları okudum. Başarı hikayeleri ile umutlandım, sınıflar oluşmuş, kilolar verilmiş,dostluklar pekişmiş. Belli ki o sınıflardan birine kaydım olamayacaktı ama ben de o anlatılan ve listelerden yola çıkarak neden denemeyimdi?

Ve on şubat günü başladım. Başlarken kilom 71.5 idi...Çok büyük şansım var, her zaman sıkı etli olduğumdan hep daha hafif görünürüm. Örneğin 71.5 kg iken 42 beden giyiyordum. Başladığımda çalışmıyordum ama 1 mart itibariyle çalışmaya da başladım. Hareketli bir işim var ve 12 saat yerime doğru dürüst oturmuyorum. İş yerinde çıkan yemekler listeme uymadığından yemeklerimi evden yapıp götürüyordum , herkes benimle dalga geçiyordu,"sefer tasını getirdin mi" diye(üstelik çok havalı,markalı saklama kabıyla taşıdığım halde) "Aa nasıl diyet bu" dediler,"bi arkadaşım şunu yapıyor sen de onu yap" dediler, "bu yaşta zor verirsin!!!!" dediler(yaşım 42) dediler de dediler...Ben onlar konuştukça daha hırslandım, güldüm geçtim, haftanın üç akşamı en az 1.5 saatlik yürüyüşler yaptım, tek tatilim olan pazar günleri en az 2,5 km bisiklete bindim, Mehtap ağzınla kuş tut dese yapacak kadar ona inandım.

Zaten başarının temelinde ona olan inancım ve güvencim oldu hep. Bir gün annemin bana bir dilim elma yediremediği için ağlamaklı hallerini gördüm, ama yine de yemedim...Gerçekten assla yazılanın dışına çıkmadım ama hakkım olanı da yemeden bırakmadım. Artık ne yiyeceğim kadar ne kadar yiyeceğimin önemli olduğunu, yağın miktarının yemekteki kalori miktarını ne kadar etkilediğini, bir kaşık yağla yapılan yemekle, yarım bardak yağla yapılan yemek arasında lezzet farkının olmadığını yaşayarak öğrendim.


Artık yemek yaparken soğanımı yağda değil suyla kavuruyorum, yemeği pişirdikten sonra üstüne bir kaşık yağ ilave ediyorum. İnanın ki asla lezzet fakı olmuyor-ya deneyin görün gerçekten fark yok- ama kalori farkı gerçekten çok var.Teflon tavada kabak ve pırasanın birlikte kısık ateşte kavrulup, kendi suyuyla pişmesiyle harika bir lezzet oluştuğunu keşfettim ve bu ana yemeklerimden bir oldu, baharatların yemeğin lezzetinde ne kadar önemli olduğunu ispatladım, yağsız ama kekik ve köfte baharıyla pişirilmiş kabak-pırasa ikilisini ısrarla çevremdekilere denettim..Bugün tam 3.ayımı doldurdum ve son bir haftadır 10.5 kg vermiş bulunmaktayım ve üç hafta önce 38 beden pantolon ve ceket aldım.(şimdi pantolon biraz bol geliyor)

15 yaşımdan beri beyaz pantolonum olmamıştı şimdi hedefimde bir beyaz pantolon var,artık hakettiğimi düşünüyorum.Şimdi ne olacak derseniz asla irtibatı kopartmadığım Mehtap'a teslim vaziyetteyim,belki birkaç kilo daha vereceğim ama önemli olan artık kilo ALMAYACAĞIM...hep korkum olan menapozda kilo alımını yaşamayacağım inşallah.O yıllara incecik gireceğim....

Haa bu arada aşka ne oldu derseniz, evliliğimizin 13.yılında ilk günden de yoğun olarak aşk devam ediyor ama aşkımızın yemek menüsünde ızgara balık baş köşede oturuyor....