Mutfak penceresinden disariya bakiyoruz... Bak yapraklar dokulmeye basladilar bile diyorum, belki degisik renklerde toplayip bana getirirsin birkac tane... Burnunu cekiyor.. Hava cok sicak.. Cok nemli.. Cok yapis yapis... Ama ruzgar var.. Gunes gokyuzunde ama, gokyuzu grimsi...
Anne bu mevsimin adi ne diyor.. Bu mevsimin adi Roma diyorum..

21 Ocak 2010 Perşembe

ELLERINI YUZLERINDE UNUTMUSLARIN TOPRAGINDA...

Bu sabah, kapkaranlik bir Roma sabahina uyaniyorum...

Dadi, arabanizin camlari buz tutmus diye haber veriyor gelir gelmez...

Sutlu kahvemi camin onunde biraz keyifsizce iciyorum, siyah ceket, siyah kazak, gri pantolonla iyice kararttigim gune, Betim’in armagi o guzel antik pembe esarpla renk getirmeye calisiyorum...

Bugun gergin gececegi cok belli olan bir toplantiya katilacagim ve sorumlusu oldugum bilimsel sektorler disinda hicbir sey icin ama hicbirsey icin agzimi acmamak uzere verdigim karari icimden kendime tekrarlayip duruyorum... Karar verdim, susacagim...

Gun zaten karanlik, yuregim 5 beter...Tam evden cikarken donup Mehmet’in okumaya doyamadigim siir kitaplarindan birini aliyorum kitapliktan...

Kitabin ismi "Yukari Deniz"... Gunun ilk kahvesini icerken, “Ne Kadar Katlanabilirim Kendime Sensiz” siirini okuyacagimi simdiden biliyorum... Bilmedigim, tam bu aksam ondan bir mektup alacagim... Ama ben "kalp kalbe karsidir" sozune cok inaniyorum ve kalp kalbe karsi oluyor gercekten de...

Kitap bana Mehmet’in armagani ve icinde “suyun ve siirin kendi muzigi gibi, bana sundugunuz dostluk icin” diye yaziyor...

“Mehmet, bir arkeolog.. Bir arkeologun yazabilecegi en ilginc doktora tezini secmis, bir yayinevinin editoru, bir sair.. Gencecik bir omre, bir kac omre sigmayacak ilgiyi, bilgiyi ve emegi sigdirmis, cok akillli ve cok keyifli bir insan...” diye tanitmistim onu gecen yil Istanbul’dan Mehmet geldi yazisinda... O yaziya yazdigi “ozlemek anlamaktan daha derin bir catlak acar icine insanin” yorumunu konuk sayfama tasimistim ve bu cogumuzu dusundurmus, huzunlendirmis ve birkez daha bana onun kisiliginin o guzel, guclu ve cok insan tarafini gostermisti...

Yine onun bir yorumunu tasiyorum konuk sayfama...

Yine soruyor, sorguluyor, icinde cok aci bir elestiri saklayan yazisinda bile kirip dokmeden soyluyor soyleyecegini...

Okuyun ve cevabinizi kendinize verin bu sabah....

-
21 Ocak 2010’Roma
-------------------------------------------------------------------------------------------

Merhabalar,

Biz, ellerini yüzünde unutmuşların toprağında; yüzünde ömrünün cefası kadar çizgiler büyütmüş kadınların koynunda duruyoruz.

Her zaman değilse bile, hiç durmadan ve ısrarla yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça çelikleşen kadınların koynunda duruyoruz.

Biz kimseciklerin olmadığı karanlıklarda koynunu hüzne açan, hüzünlendikçe içine akan yaralarla boğuşan kadınların koynunda duruyoruz.

Böyle bilge lafların erbabı olmak için çocukluğunu bilmeden anneliğinden usanmış kadınların koynunda duruyoruz.

Biz onların koynunda durdukça onlar acılaıyla ve yalnızlıklarıyla bakıyorlar yüzlerimize.

Biz nerden bilelim yaşımızı...?

Onlar biliyorlar mı nasıl büyüdüklerini, onlar biliyorlar mı Floransa'da bir yeşil tepede sarı sarı açan kantaronun tanrıyla ilişkisini?

Onlar biliyorlar mı Nice'de, bir ikindi vakti, kocasını otel odasında bırakmış, kumların üstünde kızaran aşkıyla yıldızların, akşamın koynundaki sevgiliyi?

Onlar nereren bilsin 60'ların zalim, 70'lerin hain, 80'lerin kimliksizlik olduğunu...

Biz yaşımızı bilmiyoruz elbette.

Bizim kadınlarımız bilmiyorlarki yaşlarını, annelerimiz, ninelerimiz,ak güllerimiz, akça sevgililerimiz bilmiyorlarki yaşlarını...

Onlar yaşlarını öğrenene kadar...

Sahi biz kaç yaşındayız, siz kaç yaşındasınız şimdi..?

Sevgimle ve selamla...


Mehmet Altun

17 Ocak 2010 Pazar

GERCEK, DUYGULARINIZIN YASIDIR....


Bugun Yavuzcan Yazici konuk geldi... Ozel bir insan... Ozelligi isminin altindaki Genel Mudur, Halkla iliskiler Danismani, Kurumsal Iletisim Danismani, Kurumsal Algi ve Itibar Yonetimi Danismani, Pazarlama Iletisimi Danismani unvanlarindan gelmiyor benim icin...
Saklanmadan konusabildigim, anlattiklarini dinledigim, soylediklerine deger verdigim icin ozel...
Ozel, cunku, duygusal kalitesi yuksek, akilli, dunyayi sorgulayan, elestirdigi hersey icin cozum de uretmeye calisan bir insan o... Yilbasinda yolladigi bu e-kart bile soylemeye calistigi seylerin hic te siradan olmadiginin bir gostergesi...
Sevgili Yavuzcan, burada oldugun icin tesekkurler... Yine gel... Senin gibi insanlarin varligi, cogumuzun insanlara olan inanclarini guclendiriyor...
--------------------------------------------------------------------------------------------
GERCEKTE KAC YASINDASINIZ?
Bugün postama düşen Erdal Atabek'in bu yazısı, hemen herkesin oturup düşündürecek denli önemli bir temayı işliyor.

Yazıyı okuduktan sonra bir an düşündüm; nasıl 48 yaşıma geliverdiğimi... Hayatımın kilometre taşlarını...
Bana yön veren insanları, aldığım kararları.
Evlilik ve çocuk sahibi olmaya ne kadar karşıydım ama 30'umda evlendim, 37 yaşına geldiğimde bir bebeğimiz oldu. O bebek şimdi bizimle zaman geçirmiyor, yüzünü az görüyorum. Artık zarif bir genç kızla, herşeyi bilen, sanki uzaylı bir yaratıkla sohbet ediyorum.

Hırslarım kalmadı ama dünyanın sorunlarına, yaşadığımız görüntü ile gereçekler arasındaki farkı anlamaya daha çok kafa yoruyorum, daha çok kitap okuyorum, cahilliğimi, boşa harcadığım zamanları kapatmak istercesine... Anna Karanina'yı yetişkin bir erkek olarak bir kez daha okuyorum, kısa hayatımı derinleştirmek, uzun yaşamak istercesine...

Benim dışındakilerin de akıllarına, duygularına değmek, gözlerindeki perdeyi açmak kaygısıyla daha çok yazıyor, edindiklerimi paylaşıyorum.

Daha çok insanla tanışıyorum, yeni ülkeler keşfedercesine... Renk katıyorlar dünyama... Daha çok müzik dinliyorum, farklı tınılar arıyorum, ne hayret ki daha çabuk buluyorum ruhumu zenginleştireni...

Zaman daha hızlı akıyor, sanki... Sanki dünya bir zaman sıçraması yapmış... Günler daha çabuk geçiyor... Sabah telaşı, akşam sakinliğine bırakıveriyor. Pazartesiyi yaşarken daha bakıyorum Cuma oluvermiş... Sevdiğim bir arkadaşımla 10 yıldır, kimisiyle 25 yıldır görüşmemiş, konuşmamışım... Her yeni yıl, daha çabuk geliyor, artık...

Bu arada validem toprak olmuş...

Kızımı özler olmuşum, hayat yoldaşım eşimle uzun süredir sohbet etmemişim, irkiliyorum.

Oysa kana kana su içer gibi, ağız dolusu sohbetler etmek istediğim o kadar çok insan var ki... Sabah ve gece arasındaki o an'lık zamana denk getirip bulaşamıyorum..

Eminim birçoğumuz benzer şekilde yaşıyor...

Keşke bir an, zaman dursa da uzaydan kendimize bakabilsek ne yapıyoruz? Zaman seline kapılmış nereye sürükleniyoruz?


Hızlandırılmış film ya da multivizyon gösterisindeki binlerce karenin içieçe geçip aktığı gibi, dünya, doğa, evren, atmosfer, mevsimler hızla değişiyor, solarak, kirlenerek...

Hanenin, mahallenin, köyün, yörenin, kasabanın, bölgenin, kentin, buralara ait yüzlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarılan tüm insan değerleri kayboluyor, değişiyor, küreselleşiyor, aynılaşıyor, yeknasaklaşıyor, giderek...

Oysa bu sular seller gibi akıp giden zamanda değişmeyen tek şey olaylar, entrikalar, düzenbazlar, katiller, politikacılar...
Hepsi aynı prototip gibi kaşımızda duruyor... El kol hareketleri, bağırtılı lafları, tad vermeyen, saygı uyandırmayan tipleri ile... Oyun aynı oyun... Oyunların gazete ve ekranlardaki yansımaları... Cebimize de gelse, masamızdaki düz ekranda da görsek aynı terane...

Eminim sizler de hatırlamayacaksınız, küçüklüğümden beri aklımda kalan şu ki; ne Türkiye ne de dünya, hiçbir zaman bir araya gelemeyen "bir avuç iyi adam" tarafından ehil bir şekilde yönetilmedi...

Yeri gelmişken bişey daha hatırladım. İsmet İnönü'nün sözü de dün gibi aklımda; "Bu ülkede namuslular, namussuzlar kadar cesaret gösterebilseydi, çok şey değişirdi"... Geçmişe uzun yolculuklar yapıyor, bugün yaşadığımız çirkinliklerle yüzleşiyor, gelecekte hayatın daha kolay ve yaşanabilir olacağı ümidiyle yapabileceğim çok şey olduğuna inanarak, hayal kurmaya devam ediyorum.. Aksi halde şalteri indirmek lazım.

Bu zaman yolculuğundaki gel/gitler arasında kaç yaşımda olduğumu unutuyor, kimi zaman da bunalıp "durdurun şu dünyayı, inecek var" diye bağırasım geliyor...

Gençliğimde, gençliğini tanıdığım Dr. Erdal Atabek de hahsettiğim duyguları, kuşkusuz çok daha güzel ifade ediyor... Şimdi O'nu okuyalım, bakalım nasıl ifade ediyor...

Yavuzcan Yazici
-----------------------------------------------------------------------------
Ergen yaşlarımızda kırk yaşını geçenleri ‘artık gereksiz’ sayardık. “Kırkını geçenleri tamam, kenara ayıracaksın.” Kenara ayırıp ne yapacaktık, bilmiyorum.

Kırkına geldiğimizde bunları unutmuştuk bile. 1970’lerdi, toplumsal mücadelelerin içindeydik. Sonra, ellili yaşlar geldi, 1980 dönemiydi. 12 Eylülleri yaşıyorduk.

Dünya bilgi toplumuna geçiyordu. Türkiye Evren-Özal dönemini yaşıyordu.
E tipi Türkiye yaratılmıştı.
E tipi hapishaneler.

E tipi gençlik.
E tipi aydınlar.

E tipi insanlar.

Suçlular, suçlananlar, suçlanacaklar... 60’lı yaşlar 1990 Türkiye’siydi. Amerikan dünyası egemen oluyordu. Küresel kapitalizm yeni bir döneme giriyordu. Bütün dünya tek pazar oluyordu. İnsan ise ya müşteri ya satıcı. Doğrusu, hem müşteri hem satıcı oluyordu. İnsanın metalaşma süreci gerçekleşiyordu. Marx bir kez daha haklı çıkmıştı.
2000 yılına gelirken “70 yaşımda olacağım” diye yazmıştım.
Şimdi 2010. 80 yaşıma mı girdim?

Şaka olmalı... *** Gerçekte kaç yaşındasınız?

Sokrates’i okudunuzsa yaşınız 2500 olmalıdır.

Galile’yi biliyorsanız 800 yaşındasınız.

Beethoven’i seviyorsanız 240 yaşındasınız.

Endüstri çağını anlıyorsanız 300 yıl ekleyin.
Tarım kültürünü biliyorsanız yaşınıza 10 bin yıl daha katın.
Gerçekte kaç yaşındasınız? Nüfus kâğıdınıza bakarsanız yanılırsınız, gerçekle ilgisi yoktur.

Gerçek, aklınızın yaşıdır.

Gerçek, bilincinizin yaşıdır.

Gerçek, duygularınızın yaşıdır.

Gerçek, yaşadıklarınızın yaşıdır.

Gerçek, anladıklarınızın yaşıdır.

Gerçek, yaptıklarınızın yaşıdır.

Gerçek yaşınızı merak ediyor musunuz?

Yaşadıklarınızdan ne anladığınızı sorun.
Yaşamınızı sorgulayın.

Sokrates’i yaşam rehberiniz yapın.
Gerçek yaşınızı mı soruyorsunuz?
Umutlarınıza bakın.

Kararlarınıza bakın.

Yaşama sevincinize bakın.

Neden yaşamak istediğinize bakın.

Yapmak istediklerinize bakın.

İradenize bakın.

Dünyaya bakın. Dünyanın geleceğine bakın.

O geleceğe ne katabileceğinize bakın.

Gerçek yaşınızı göreceksiniz...

ERDAL ATABEK --

15 Ocak 2010 Cuma

HAVA AYAZ MI AYAZ...ELLERIM CEPLERIMDE...


“Hava ayaz mi ayaz, ellerim ceplerimde...
Bir turku tutturmusum,
Duyuyorsun degil mi?”

Encok bu sarkiyi soyluyorum icimden keskin sogugunda kis mevsiminin... Basimda koca ponponlu berem, kulaklarimda kayakcilarin kulakliklari, eldivenlere hapsedilmeyi sevmeyen ellerim catlak icinde, mansonumun arasinda isinmaya calisiyorlar...

Daha kapidan cikar cikmaz, gozlerimin ici incecik bir buz tabakasi ile kaplaniyor... Aslinda evin ici de disaridan cok farkli degil... Kaloriferler hava kirliligi nedeniyle kisitlama yapildigi icin cok az yaniyor ve ormanin hemen kiyisindaki evimi isitmaya yetmiyor. Gozum gibi baktigim ask merdiveninin yapraklari buz tutuyor ve sevgili bir insanin bana “yeni kiralik ev hediyesi” olarak aldigi guzelim bitki, “sana ne oldu boyle?” diye dokununca, avucumun icinde tuz buz olup, yemyesilken, oylece ayakta, sararip solmadan, yerlere yikilmadan gururlu bir sekilde ölüp gidiyor...

Yatarken de kardan adamlar gibiyim... Yatak coraplarim, yatak berem bile var... Geceden giysilerimi hazirlayip kaloriferin ustune koyuyorum, sonra onlari yatagin icine cekip orada giyiniyorum....Isvec’ten aldigim kar botlarinin icine giydigim yun coraplar bile yetmiyor parmak uclarimi isitmaya...
.
Asistanim universitede... Parayla iliskim simdiki gibi... Varsa gozunun yasina bakmadan harciyorum, cok zenginim, yoksa fakirim hem de ne bicim ama gonlum zengin, hic dert etmiyorum...
.
Persembe gunlerini ayri seviyorum... Kizilayda dolmustan inip, simit aliyorum, sonra kosedeki gazeteciye cebimde onceden hazirladigim parayi uzatip, bir Cumhuriyet ve bir Girgir diyorum... Cumhuriyet her zaman var, az kisi okuyor, Girgir ya gelmemis, ya kalmamis oluyor... Birsure sonra, hayatta bakkal, kasap, manav disinda hicbir yerden faydasini gormedigim “sadakat duygum” gazetecinin nezdinde deger buluyor ve “ben sana ayiririm, aksam ustu ugra da al Girgir’i” diyor...
.
Girgir’i alinca hemen kivirip cantama koyuyorum... Gozum kayar, kapagini gorurum, dayanamam okuyuveririm diye korkuyorum...
Evde de hemen gozumden uzak bir koseye kaldiriyorum... .
Cuma gecelerini daha da cok seviyorum... Koskoca iki gunluk hafta sonu daha gelmemis ama varligini bilmek yetiyor ve benim gibi “ilahi tembelligin” doktorasini yapmak isteyen biri icin, tatil oldugu icin calisilmayan gunler hep beklenmeden alinmis bir odul gibi...
.
Cumartesi gunu ne zaman uyanirsam, o zaman uyaniyorum... Biyolojik saatim beni cok uzun sure yatakta tutmuyor... Aslinda kapimiza ekmek ve gazete geliyor her sabah, neredeyse 24 saat acik duran bakkal ne istenirse hemen yolluyor ama ben kalkiyorum, cayin suyunu koyuyorum, kardan adamlar gibi giyinip, sarinip kendim gidiyorum alacagimi almaya... Bakkalin ciragi, minicik, kavruk, sari benizli, yamuk kafali bir cocuk... Ismini hic birzaman ogrenmiyorum ama “tanisigiz”... “Ben getirirdim abla, niye aramadin?“ diyor... Bu soruda, “ask olsun, bahsisimden ediyorsun beni” sitemi var birazcik... Cunku bu kadar kar buz varken etrafta, kimsenin cani evden cikmak istemiyor, bu kucucuk cocuk, soluk mavi renkteki beresiyle oradan oraya kosuyor, baska evlerin sicagina bakiyor, sucuk kokulari duyuyor, belki bahsis aliyor, belki almiyor, sonra tekrar meyve kasasindan yapilma sandalyesinin ustune donuyor.
.
.“Sen bana simdi yardim et” diyorum... “Hadi bakalim, Cumhuriyet, Radikal, Hurriyet ver, cok taze bir ekmek secelim ama bak en tazesi olsun”... “Hepsi ayni anda geldi” diyor yuzume bakip... Olsun biz en tazesini bulalim, sen bana kese kagidi uzat ” diyorum...
.
Ekmek mis gibi kokuyor... Birazcik kasar peyniri, birazcik Erzincan tulumu aliyorum... Bakkal Van’li... Ask olsun size diyorum, hem Van’lisiniz hem soyle mis gibi bir otlu peynir getirip satmiyorsunuz... “Kimse bilmez ki, burda otlu peyniri kim alacak” diyor... Ben biliyorum... Cocuklugumun Ankara’sini, anneannemin evinde yapilan otlu peynirli, kavutlu kahvaltilarin kokusunu getiriyor Van peyniri bana bir yerlerden bulursam...
.
Kimse Van peynirini bilmiyor ama Rokfor’u hepimiz biliyoruz o yillarda, heryerde bulunuyor, cunku Cumhurbaskanimiz karisinin elini tutup, bize sinif atlatiyor ve hayatimiza bu vesileyle “kuflenmis peynir” girmis oluyor...
.
Sonra biraz siyah zeytin aliyorum, yumurta, azicik ta pastirma... Hafta ici kahvalti yapma aliskanligim hic yok, sadece bir sutlu kahve icip ise gidiyorum, orada saat 11 de bir simit, bazen tost bazen bir pogaca filan yiyorum. Onun icin her hafta sonu azar azar, o an canim ne cekerse aliyorum... Bakkal, kasar peynirlerini dilimleyerek koyuyor kagida... Pastirma “kus gonu olsun” diyorum. Zeytin tuzlu mu diye bir tane yiyip kontrol ediyorum...
.
Eve donuyorum... Kahvaltimi keyifle, gazetelerimi okuyarak yapiyorum... (Okumayi ogrendigim o buyulu gunden beri, birsey yerken mutlaka okuma istegim hic azalmiyor ama yasim ilerledikce hep bu yuzden daha cok protesto edildigim icin, huyumu kontrol etmek ve biraz degismek zorunda kaliyorum...)
.
Sonra isin en keyifli yani basliyor... Salonun gunes alan kosesine salincakli koltugu tasiyip, yeniden demledigim cayimi elime aliyorum ve Girgir keyfi yapiyorum... Cayi simdilerin aksine yesil benekli dev bir kupada, cok sekerli iciyorum...
.
Nasil seviyorum o saatleri... Butun haftanin yorgunlugu gecip gidiyor...
.
Bu hafta Italyadaki Turkler Grubuna bir mesaj geliyor. Ezgi, bu senenin “Uykusuz” ve “Penguen” dergilerini ilgilenenlere verebilecegini yaziyor... Benim kadar hizli cevap yazan 4 aday ve bagis sahibi Ezgi, Fatih’in atolyesinde bulusmaya karar veriyoruz... Bu arada benim “ben okunmus eski gazetelere de talibim” cagrim, sevgili Can’dan hemen yanit buluyor ve bir tomar yepyeni gazete, yanlarinda ay cekirdegi ve pismaniye bonusuyla beraber iki gun sonra elime ulasiyor.
.
Bu vesileyle herbiri cok iyi egitimler almis, akilli, basarili, gencecik Turklerle tanisma firsati buluyor, Fatih’e Turkiye’deki sergisi icin “iyi sanslar” diliyorum, onun donusunde dergilerin degis tokusu icin bizim evde bir kuru fasulye-pilav-sakizi muhallebi yemegi yapmayi oneriyorumve ayriliyoruz...
.
Bisiklet turuyla ulkeleri fotograflayan Baki Berk’te, temmuz ayinda bisikletiyle Italya’ya gelirken benim icin birkac gazete getirecegini yaziyor... Bu cevap beni, icimi de sizlatarak mutlu ediyor. Dusunun, bir bisiklet yolculugunda ne cok seye gereksinimiz olur, yeriniz ne kadar dardir ama yine de, hic tanimadiginiz biri icin 2-3 gazetelik yer bulup bulusturursunuz cantanizda...
.
Dergileri, gazeteleri kitapliga koyuyorum... Buldugu her kagidi cam silmek icin kullanma egilimindeki Doina’ya koskocaman bir “NON TOCCARE” yani dokunma mesaji yazmayi ihmal etmiyorum...
.
Pazar sabahinin cakma Turk kahvaltisini dusluyorum simdiden... Aslinda sansliyiz...Yufkamiz var borek yaparim, Federico’ya sucuk getirmis Nurcan, ona guzel bir sucuklu-kasarli tost... Van peynirimiz, Erzincan tulumumuz, pastirmamiz yok ama olsun... Antonio Rokfor sevmez, kahvaltida peynir yemegi bilmez ama borege-caya bayilir, “anneninkiler daha guzel oluyor” der hep, haklidir... Gemlik zeytini yok ama Gaeta zeytini var, hic yoktan iyidir...
.
Caylar, Antonio’nun yemekten sonra likor icmek icin kullandigi Ajda bardakta sekersiz, gazete okumak hem de nasil serbest...
.
Bugun iste butun bunlari bana hatirlatan bir persembe...

.
Hava ayaz mi ayaz ustelik... Ellerim ceplerimde...
.
Bir turku tutturmusum,
.
duyuyorsun degil mi...?
.
14 Ocak 2010’Roma

7 Ocak 2010 Perşembe

SIZIN CORABINIZDA NE VAR?

Bugun evdeyim..
Natale (Christmas), yilbasi derken Italyan cocuklarinin ayricaligi Befana gunu bugun.. 6 Ocak Epifania gununde, benzerlerine gore en azindan gulumseyen ve bazi kaynaklara gore eski yili temsil eden supurgeli Pagan cadisi, evleri ziyaret eder, ve cocuklar eger uslu ve akilli davrandilarsa somineye asilmis coraplari seker ve cikolata ile yaramaz ve kotu cocuklar oldularsa komurle doldurur ve 6 ocakta gunes yili biter ve ay yili baslar...
.
Bizim sominemiz yok... Aklim karismis, son haftalari gozume far tutulmus tavsanlar gibi olup bitenlere saskinlikla bakarak geciriyorum, cok calisiyorum, sinirlarimi cok zorluyorum, fazla yoruluyorum, kendi zamanim diye birsey zaten yok ama yok olan da kalmiyor artik hakkinda konusacak ve bu karisiklikta yilbasi agacini zamanindan once kaldiriyorum... Befana gelince corabi nerede bulacak? diye soruyor Antonio...
.


Befana ile, gectigimiz yillarda yasanan komur-seker kazasindan sonra mecburen arkadas olmustuk... Federico’ya bir torba komur gelmisti corabin icinde ve ben bir kaplan gibi kukremistim “hangi Befana benim ogluma komur getirmeye cesaret edebilirmis diye... Biraz dagilip ta geri gitmisti Befana ama simdi o konuyu hic acmayalim...

Megerse sekermis o komurler... Yine de cok kizmistim... Benden baska herkes gulmustu... Sonra konsup halletmistik bu yanlis anlamayi, komur sekerlerin hepsini Antonio yemis, Federico’ya yepyeni bir corap icinde birsuru sekerleme gelmisti...
.
Befana’ya hemen bir mail yolluyorum, “kusura bakma agaci kaldirmis bulundum, evde herhangi bir yere birakir misin lutfen sekerlemeleri” diyorum... Sekerleme sozunu bold karakterle yaziyorum ve Antoino da, Befana da saka icin bile olsa, seker tadinda bile olsa bu evin cocuguna asla komur birakilamiyacagini, ve benim pek de sakadan anlamadigimi bir kez daha hatirliyorlar boylece...
.
Corap salondaki yastigin altinda bulunuyor... Federico artik Befana’ya da, Noel Baba’ya da pek inanmiyor ama ben uzulmiyeyim diye belli etmiyor...
.
Yine de kucuk bir cocuk o ve corabin icinden ne cikacak diye heyecan ve endise ile bakiyor...
.

Neyse ki coraptan onun tam da en cok sevdigi sekerler ve cikolatalar cikiyor, Antonio’ya da bir tane veriyoruz... O da iyi bir cocuk olmus gecen yil... Faremiz Nuvola' ya da bir findik ve bir ceviz veriyoruz gunun anlam ve onemine uygun olarak...
.
Sizin corabinizda neler var, gectigimiz yila baktiginizda?
.
Memnun musunuz kendinizden?
.
Baskalari degil sordugum, siz kendinizden memnun musunuz?
.
Degilseniz de olsun, simdi hemen su an baslayin kendinizi onemsemeye, kendinizle ilgilenmeye...
.
Neyse, konumuza donelim... Neden aylar once yapmadik bu hesaplari ve once kilo vermenizi bekledik sizce?
.
Cok daha kolay olmaz miydi, hemen hesaplari yapmak, sonra 1500-1800-2000-2500 kalorilik diyet ornekleri verip hemen konuyu kapatmak kolay olmaz miydi?
.
Olurdu... Hem de cok kolay olurdu..
.
Simdi bu sorularin cevaplarini “cok yakinda” diye kapatalim ve konumuza donelim...
.
Meltem ‘le Mehmet’e donelim tekrar... Hani bizim hayali ciftimiz...
.
Meltem’in 1550 kalorilik diyeti icin yaklasik konusmustuk...
Simdi biraz da genel olarak yaklasik 1500 kalorilik diyette hangi besinlerden ne kadar yemek gerekir diye bakalim...
.
Tabii ki, bu diyet, benim cok inandigim akdeniz-italyan diyetine gore ve dengeli bir beslenme ornegi olarak hazirlanmistir.
.
Yani istersek 1500 kaloriyi, zeytinyagina ekmek batirarak, sadece et yiyerek ya da sadece makarna ile de alabiliriz.
.
Hatta cok meshur, tup seklinde bir pakette satilan ve nasil yedigimizi anlayamadigimiz patates cipslerinin bir tipinin kalorisi yaklasik 3000 bazilarininki 4000 civarindadir. Yaninda bir de bira ya da kola icerseniz, iki gunluk kalori ihtiyaci, siradan bir televizyon programina bakarken alinir gider...
.
Iyi de birgun cok yiyelim ertesi gun ac duralim, ortalama ayni hesaba gelir...
.
Oyle degil iste...
.
Ogunler arasi olmasi gereken fark en fazla 300-350 olmalidir. Onun icin hep 3 ana, 2 ara ogun diyorum...
.
Simdi besinleri 6 gruba ayiralim. Yaklasik 1500 kalori icin konusuyoruz...
EKMEK GRUBU:
ET GRUBU:
SUT GRUBU:
SEBZE GRUBU:
MEYVE GRUBU:
SOS; TATLI VE ALKOL GRUBU

1 gun icinde

Ekmek Grubu:
120 gram ekmek (ogunlere bolusturerek, tercihen sabah-ogle)
Veya
( 50 gram corn flakes veya 40 gram kraker veya 40 gram etimek veya 160 gram esmer ekmek)
4-5 yemek kasigi makarna veya princ
Sut Grubu:
1 fincan sut (250 gram) veya 200 gram az yagli en azindan kaymagi alinmis yogurt
.
Et Grubu:
150 gram et
Veya
(140 gram barbun fasulye veya 60 gram nohut veya 70 gram yesil mercimek veya 180 gram somon haric balik veya 100 gram somon veya 120 gram ton baligi veya 350 gram bezelye veya 150 gram yumurta veya 40-60 gram peynir-bazilari sut grubuna dahil eder)
Sebze Grubu:
500 gram sebze (ogunlere bolusturerek, her cins sebze, her renk sebze, mumkun oldugu kadar cesit kullanmaya calisarak. )
Meyve Grubu: (gunde iki kez olmak kaydiyla)
150 gram elma
Veya
(280 gram kayisi veya 230 gram portakal veya120 gram muz veya 210 gram kiraz veya 500 gram karpuz veya 150 gram incir veya 250 gram cilek veya 180 gram kiwi veya 110 gram mandalin veya 240 gram yaz kavunu veya 200 gram armut veya 130 gram uzum)

*Meyveleri 1 kilo olarak alin ve 4’e bolun. Yaklasik olarak porsiyonlari olcmeye calisin. Unutmayin mucevher tartmiyorsunuz. 10 gram eksik, 20 gram fazla olabilir. Onemli olan yaklasik miktarlara alismanizdir. Bunun icin ben aylarca gercek boyutlari gosteren atlaslardan calistim. Yine de arada sirada supermarkette kendimi sinav ederim. Siz de deneyin, eglenerek yapin bunu, strese girerek degil

Yag, sos, icki grubu: (BURAYA COK DIKKAT EDIN LUTFEN )
30 gram zeytinyagi (butun gun icin) bu 3 yemek kasigi zeytinyagina esdegerdir. 1 yemek kasigi zaytinyagi yaklasik 90 kaloridir. Yani fazladan koydugunuz 3 kasik zeytinyagi ile birdenbire 1800 kalorilik bir diyet olusturmus olursunuz... Zeytinyagini mutlaka olcun. 1 kasik zeytinyaginin salatanizin 1 yapragini bile kapatmadigini gorup hayret edeceksiniz. yani sadece salata yedim dediginiz gunler, 500 kalorilik bir salata yerine dogru duzgun bir ogun yiyebilecek oldugunuzu anlayacaksiniz...
.
Tereyagi ve margarin ise 40 gram olarak kullanilabilir. Ama saglik acisindan her zaman zeytin yagini oneririm.
.
Ickilere ve iceceklere ayri bir bolumde bakacagiz.
.
Misafirlige gittiginizde, disariya yemege ciktiginizda, is yemeklerine katildiginizda neler yapmaniz gerektigini de ayrica konusacagiz.
.
Ferat’in istegiyle BMI’in yani beden kitle indexinin ne oldugunu da tartisacagiz tabii. Sevgili Ferat’a mesaj yollamak isterken birdenbire Trabzonspor fan’i olmam onu gulumsetmistir umarim... Bu arada Atkin’s diyeti yuksek karbonhidrat degil, yuksek protein diyetidir. Hic onermem ona gore...
.
Farkindaysaniz, siz diplomanizi aldiniz, master yaptiniz artik doktora ogrencisi oldunuz... Sorulariniz da, ogrenmek istedikleriniz de bunun gostergesi...
.
Aklimdayken size verdigim denklemle ilgili daha konusacagiz ama yine bir ufak parantez acayim.
.
Buna benzer, 3 asagi 5 yukari ayni ise yarayan pek cok denklem vardir. Bizim kullandigimiz Harris Benedict denklemidir. Yasi, fiziksel aktiviteyi ve cinsi goz onune aldigi icin ben cok severim ve cok kullanirim. Ama bunu kilo verdikten sonra yaparsaniz degeri vardir. Gercek bazal metabolizma hizi, oksijen kullanimi olculerek hesaplanir. Iki olcum arasinda % 15 civarinda bir hata payi vardir.
.
Aslinda siz 1500 kalori yerine 1700 kalori aldiginiz icin sismanlamadiniz. Bana yolladiginiz listelerden gordugum kadariyla bazi gunler tek ogunde 1500 kalori aliyordunuz. Oyle degil mi? Meltem'in listesinde verdigim ornek sizlerden birinin is yeri menusunden alinma gercek bir ornekti ve tek degildi...
.
Yani biz bu olcumler olmadan da ne yapacagimizi ya da ne yapmayacagimizi coktan anladik aslinda...
.
Yani ben sizin sominenize inen Befana olsam, bu hafta sonu icin istediginiz tatlidan guzel bir porsiyon birakirdim... Artik istediginiz gibi yemegi coktan hak ettiniz... Hadi sorun utanmayin, eeeeeee bu 1500 listede tatli yok mu acaba?.
Olmaz mi? zaten biz coktan tatli yemeye basladik mi diyorsunuz...?
.
Biliyorum diyorum ben de... Ama dikkat edin... cok kolay geri alinir verilen kilolar... Birakin ustunden 1 yil gecsin... Metabolizmaniz anlasin kararliliginizi...
.
1500 kalorilik diyet deyip gecmeyin, 1500 gun konusacak kadar cok sey var soylenecek... yeter ki, kilonuzu korumak konusundaki kararliliginizdan vaz gecmeyin...
.
Afiyet olsun hepinize... Kendinize iyi bakin...
.
.
7 Ocak 2010’Roma

3 Ocak 2010 Pazar

*ELLERIN YETISIR VEDALASMAYA... NICIN AGLIYORSUN?


Valizler odanin ortasina oylece birakilmis…

Yuzu asik bir sekilde oturuyor koltukta…
.
"Biliyorum ben bu duyguyu" diyorum, "gidisler benim de cok canimi yakar… Huysuzlasirim, herkese ters cevap veririm, surat asarim, karnim agrir, canim birsey yemek istemez….Ustelik her valiz gordugumde boyle olurum ben… Nereye gitsem, birileri arkamda kalir…
.
“Bu ayni sey degil” diyor... “Ben donmeyecegim”....
.
“Giderken kim biliyor ki donup donmeyecegini ‘” diyorum sesimi neseli tutmaya calisarak…
Onun donmeyecegini ikimiz de biliyoruz aslinda…
.
Donmeyecek… Gecip gitti iste hizla onca gun…
.
“Ne kadar cok sey goturuyorsun boyle” diyorum... “Geldiginde elinde neredeyse hicbirsey yoktu”…
.
„Birikiyor“ diyor...
.
„Birikiyor“ diyorum...
.
Yuzune bakiyorum... Goz pinarlarinda yas damlalari parliyor…
.
“Hadi bak aglama diyorum… Zaten yeterince yagmur yagiyor… Sicak cikolata yapayim da icelim… Kurabiyemiz de var istersen, hatta cam agaci biciminde biskuvilerimiz bile var ”…
.
“Kimbilir kac kaloridir simdi onlar” diyor…
.
Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa… diyorum hayretle… Sen de mi?
.
“Senin yuzunden” diyor… Yaslandim ama saglikli olmak istiyorum…
.
Birazcik gulumsuyor yuzu…
.
Nereye gidecegini bilmiyoruz henuz… Onceden soylemiyorlar…
.
“Geldigin gun ne guzeldi degil mi” diyorum… “Ben bile eglenmistim senin icin verilen partide, en guzel elbisemi giymistim, file coraplarindaki deliklerle balina avlayabilecegimiz bir kadinla bump dansi yaptigimi bile hatirliyorum hatta”…
.
Guluyorum…
.
"Senin bir tek gece elbisen var, onu giymistin, bana ozel degildi" diyor…
.
"Huysuzluk etme, senin icin almistim, sen geliyorsun diye… Iyi de oldu gerekliydi…“Bak boyle ayrilmayalim, hadi gulumse” diyorum…
.
“Yaptigim onca seyden sonra, hala bana iyi davraniyorsun” diyor, gozlerini fincanindan kaldirmadan…
.
Ben de fincanima bakiyorum… Sicak cikolata filan cekmiyor canim…
.
Yaptigi onca seye ragmen…
.
Goturdu bir cok seyi hayatimdan…
.
Uzdu, hirpaladi sevdigim insanlari…
.
Yordu cogumuzu…
.
Ama onun kabahati degil ki olup bitenler…

Hayat bu…
.
Hayat bu…
.
Boyle birsey iste hayat…
.

“Ben seni iyi hatirlayacagim yine de” diyorum “uzulme”…
.
“Hadi bak iyice etrafa, unutma birseyleri, sonradan gondermek zor olur, adresin bile belli degil daha”…
.

Sariliyoruz birbirimize… Basimi omuzuna dayiyorum… Zayiflamis, gucsuzlesmis kollari…
.

“Birsey isteyebilirmiyim senden ?” diyorum… “Cok boyle giderayak oldu ama, eger yaparsan cok mutlu edeceksin beni”…
.
“Tamam iste” diyor…
.
Hani gelirken ipek pembe bir bohca getirmistin ya, hic degilse onu bana birakir misin?
.


Valizlerin en buyugunu aciyor… Duzgunce konulmus pembe bohcayi alip ellerime veriyor…

.
“Al umutlarini, zaten kimsenin isine yaramazlar, sende kalsinlar daha iyi” diyor…

.
Agliyor giderken…
.

Kapiyi kapatiyoruz arkasindan…
.
Federico icerden kosa kosa geliyor… Balkondan bagiriyor yavas yavas yuruyen 2009’un arkasindan…. Hoscakal… Hoscakal... Hoscakal 2009, hoscakaaaal....
.
.

*Oktay Rifat
.
.

31 Aralik 2009'Roma