“Erkek arkadaş” işi tamamdı! Sıra geldi “Kız arkadaş”a ki bakın o biraz “zor” oldu, zaman aldı!
Aslında bir sürü kız vardı; hepsi alımlı hepsi güzel ancak bize göre değil! Peki nedir “değil olan?” Şuydu ki; bir kere “Kız” dediğin öyle fıkır fıkır olmayacak yerinde duramayan; bir de bütün gün bugün onun arabasında yarın başka arabada gülüp eğlenen, olmaz; mini etekli olmaz; ruj, oje sürmüş olmaz, olmaz da olmaz!
“Peki diyelim ki sen onlardan birini beğendin, onlar seni beğenecek mi?” derdi aklımız, “o da sanki pek olmaz!” derdi yüreğimiz!
“Sen onlara benzemiyorsun ki! Araban yok! Kıçında kot yok! Lacoste’un da yok! En önemlisi ‘Kulüp’e giremezsin, voleybol oynamayı bilmezsin, hiç onların ‘muhabbet’ ortamında bulunmamışsın, konuşmaya kalksan nasıl konuşulacağını bilmezsin; ‘konuştun’ diyelim onlar seni anlamaz! Türkçe’yi konuşamadığından değil, sınıfsal farklılıktan! ‘Emek’le, artı değer’le kimin işi var Moda’da? ‘Eski” bir solcusun ya! Geriye bir tek top oynamak kalıyor az onu bilirsin, bak orada toprak bir saha var içinde de top oynayan kızlar!”
Vallah da vardı billah da vardı hem de Türkiye’nin ilk kız futbol takımı! İçlerinde de “ağır” mı “ağır” güzel mi güzel bir kız; tam da bizim “istediğimiz kız!” Ancak ağzımızda dilimiz var ama kızla konuşamıyoruz! “En iyisi uzaktan uzağa sevmek!” dedik öyle de yaptık!
Aslında bir sürü kız vardı; hepsi alımlı hepsi güzel ancak bize göre değil! Peki nedir “değil olan?” Şuydu ki; bir kere “Kız” dediğin öyle fıkır fıkır olmayacak yerinde duramayan; bir de bütün gün bugün onun arabasında yarın başka arabada gülüp eğlenen, olmaz; mini etekli olmaz; ruj, oje sürmüş olmaz, olmaz da olmaz!
“Peki diyelim ki sen onlardan birini beğendin, onlar seni beğenecek mi?” derdi aklımız, “o da sanki pek olmaz!” derdi yüreğimiz!
“Sen onlara benzemiyorsun ki! Araban yok! Kıçında kot yok! Lacoste’un da yok! En önemlisi ‘Kulüp’e giremezsin, voleybol oynamayı bilmezsin, hiç onların ‘muhabbet’ ortamında bulunmamışsın, konuşmaya kalksan nasıl konuşulacağını bilmezsin; ‘konuştun’ diyelim onlar seni anlamaz! Türkçe’yi konuşamadığından değil, sınıfsal farklılıktan! ‘Emek’le, artı değer’le kimin işi var Moda’da? ‘Eski” bir solcusun ya! Geriye bir tek top oynamak kalıyor az onu bilirsin, bak orada toprak bir saha var içinde de top oynayan kızlar!”
Vallah da vardı billah da vardı hem de Türkiye’nin ilk kız futbol takımı! İçlerinde de “ağır” mı “ağır” güzel mi güzel bir kız; tam da bizim “istediğimiz kız!” Ancak ağzımızda dilimiz var ama kızla konuşamıyoruz! “En iyisi uzaktan uzağa sevmek!” dedik öyle de yaptık!
Geçen yıllarda bir akşamüstü gördük onu Kadıköy İskele’de, Moda dolmuşu bekliyordu, kuyrukta… Hiç değişmemiş! Sanki antrenman yapmış da top peşinde koşturmuş kıyasıya, öylesine yorgun; dinlenmek için Moda’ya çıkıyor, gelip Lozan’ın üstündeki çay bahçesinde oturacak! Biz de karşı kaldırımdan bir yere geçip göz ucuyla süzeceğiz güzelliğini ya da sonbahar mevsimlerden, serin ortalık, Cafe Farlev’in kışlık yerinde oturuyor; biz ocaktayız tost yapıp, çay demliyoruz, hafta sonları da “çikifte” yoğuruyoruz müşteriye ama aklımız onda, sütunların arkasından ara ara bakıyoruz güzelliğine!
Baktık olmuyor, fazlaca canımız yanıyor “Herkesin kız arkadaşı var bizim niye yok?”dedik kendi kendimize ki yine cevabı yüreğimizden geldi der ki, “Derdini anlatmazsan derman bulamazsın!” Anlaşıldı gidilecek ve konuşulacak.
Bir gün konuşmak için kızdan “müsaade” istedi kardeşimiz Cafe Farlev’de, ki kendi mekanıydı, kız da “anlayış” gösterdi kendisine, masada yerimizi aldık bizim adımıza kızla konuştu, “Abem seni seviyor! Ancak niyeti ciddi, seninle evlenmek istiyor!” dedi.
Yüzümüzün şekli şemalini şimdi hatırlamıyoruz lakin kızın yüzündeki ifade o günden sonra bir daha gözümüzün önünden gitmedi! Anladık ki buralarda araya kardeşten elçiler koymamak lazım!
3/ Huylu huyundan vazgeçer mi?
Geçmedik!
Bir gün “cafemiz” e bir kız grubu geldi yaşları da on yedi bilemediniz on sekiz çok çok on dokuzunda varlar, yoklar! O zamanlar biraz para kazanmaya başlamış kardeşimiz; ekmek teknesinin elini ayağını düzeltmiş sünger geçirdiği sandalyeleri atmış yerine adam akıllı “cafe” sandalyeleri ısmarlamış, bir de köşelere beyaz deriden geniş divanlar yaptırmış!
Kızlar geldi divanlardan birine oturdu. Garson yanlarına gitti, siparişleri aldı, servis yaptı. Onlar da kaldıkları yerden başladılar kıkırdaşmaya! Biz her zamanki ciddiyetimizle kasanın başında oturuyoruz; önümüzde bir telefon, çay kahve bil umum içecek markaları var, garsonların gidiş gelişlerini, müşterilere davranışlarını, servislerini kontrol altında tutmaya çalışıyoruz ki patron yok ama biz patron ciddiyetindeyiz! Bir yanda da kızların bu önlenemez neşelerini seyre dalmışız, ki bizde kızlar kadınlar bu kadar neşeli ve şen şakrak olmaz garipsiyoruz bir yandan da kızları kesiyoruz!
İçlerinden biri, ciddi hatta biraz fazla “ciddi” olan fazla ilgimizi çekti. İlgilendikçe daha daha çok dikkatimizi çekti sonunda aşık olduk!
Aşık olunca insan, birilerine derdini anlatmalı yoksa içine atar ki kötüdür, o hal iflah etmez adamı!
Biz de öyle yaptık, bu işleri “iyi bilen”, neredeyse bütün Moda’daki kızları erkekleri, yedi göbeklerine kadar sayan, Ermeni bir arkadaşımıza durumu çıtlattık! “Yooo o senin bildiğin kızlardan değildir!” dedi, biz de bizim bildiğimizin ne olduğunu sorduk?
Anlaşıldı ki o kız öyle “gönül eğlendirilecek kızlar”dan değilmiş! Eee iyi de bizim gönül eğlendirmek istediğimizi kim söyledi?
Hemen niyetimizin ciddiyetini ortaya koyduk, savunduk fikirlerimizi ki cevap bekleriz tez elden! Nitekim cevap bir ertesi gün geldi tez vakit sayılır, ki “Olmaz”mış!
Yalnız niye “Olmaz”, belli değil! Halbuki bizim memlekette bir kızı bir oğlana isteseniz mutlak bir yanıt gelir; “Oğlanın işi gücü yok!”, “Kızın yaşı küçük, dur anam daha vakti değil!” derler. Tamam bizim de işimiz yok tamam kızın da yaşı küçük ama bunların hiçbiri neden değil, belirtilmemiş!
Neden olmayınca aldı bizi bir düşünce ki yusubututanlar gibiyiz, ki onlara burada kumru diyorlar ikisi de aynı kapıya çıkıyor! İkisi de de arpacı kumrusu gibi düşünüyorlar! Bizim halimiz kumrularla örtüşüyor!
Durun daha bitmedi!
4/ Kınıfırdan, orkideye…
Biz o güne kadar, bir gülü bir de kınıfırı bilirdik, ki ikisi de teneke saksılarda yetişir ve de çok güzel kokar ancak nereden bilecektik ki kokmayan gül ve de kınıfır var; üstelik kınıfıra kınıfır demiyor İstanbullular, burada adı karanfil!
İşte o gün yani yani aşık’ken biz “Artık bir işin olsun!” dedi kardeşimiz karar verdiği gün de kendi adımıza, kendimizi bir dükkanda bulduk daha doğrusu neredeyse arkamızdan içine itildik.
Bizim “cin fikirli” kardeşimiz, sağda solda boş battal dolaşacağımıza bir de kafamız dumanlı aşıkken, bir işimiz olsun istemiş bizim adımıza bize rağmen bir çiçekçi dükkanı açmaya karar vermiş.
Bizi götürdü dükkana ki, “hadi bil bakalım burada ne iş yapacağız?” der! Gel de bil? İşten anlasak bileceğiz de anlamıyoruz ki!
Sonunda anlaşıldı ki dükkan çiçekçi dükkanı olacak, karar kesin!
Dükkan açıldı ancak kolay iş değil, çiçekçiliği öğrenmek lazım tez elden! Bir kere çiçek alınacak, alacaksın ki satacaksın! Çiçek de mezatta satılıyor; mezat da Beyoğlu’nda Ömer Hayyam’da haftada üç gün pazartesi, çarşamba bir de cuma!
Mezat erkenden açılıyor, sıralardaki koltuklarda yerini alıyorsun, bir adam sahne gibi bir yerde oturuyor; başlıyor önünden geçen bandın üstündeki çiçekleri satmaya; “İstarliçe tane yüz tane yüz; kala var bağı beş yüz; sarı gül, beyaz gül, pembe gül, servi boylu bakaralar; anemon, krizantem, lilyum, iris, hüsnüyusuf, orkide, papatya, margarit! Allah yaratmış çeşit çeşit istemediğin kadar!
Bilir bilmez alıyorduk dükkanımızın ihtiyaçlarını sonra da getirip dükkana çiçekleri temizliyorduk; saplarını kesiyorduk önce güllerin dikenlerini temizliyorduk toprak saksılara yerleştirip boy boy yükseltiyorduk dükkanın vitrininde, hazırlık bitince de geçip dükkanın karşısına seyrediyorduk “Dükkan dükkana çiçekçi dükkanına benziyor mu?” diye!
Bütün bunları yaptık sonra da oturduk müşteri bekledik, arada sıkılınca da dükkanımızın arkasına geçip piknik tüpte çay demledik, pipo yakıp kitap okuduk!
Bir gün hiç beklemediğimiz bir vakitte iki kız peydah oldu dükkanın kapısında içeri girer girmez de “o kız!” o yaştaki çocuk haylazlığıyla “Bu kaç lira?” dedi bir çiçek gösterdi; fiyatını söyledik lakin satın almaya niyetsiz müşteri huysuzluğuyla geldikleri gibi gittiler!
Ancak bizde bir sevinç bir sevinç bir umut ki sormayın gitsin! Sevincin arkası geldi umut gerçekleşti!
Haber geldi ki Ermeni arkadaşımızdan, “Kız tanışmak istiyor!”
Bir şairin kızıymış! Üstelik ülkenin en ünlü şairlerinden birinin… Şiiri bilirdik Nefi’yi hemşerimiz Nabi’yi bilirdik hatta çokça Nazım okumuşluğumuz var ama hiç şair tanımamıştık; aldı mı bizi bir telaş!
Bir haziran günü Moda’da günlük güneşlikken ortalık kızla el sıkıştık, tanıştık! Birkaç söz “kem küm” derken sohbet başladı! Yalnız kız bir entelektüel bir entelektüel!
“Wirginiya Woolf’u bilir misiniz? Romain gray’den söz etmeden geçemem, bayılırım! Şimdi ‘Bağışlanmış Küheylan’ı okuyorum!”
Tamam bizim de kitaplara dair söyleyecek laflarımız var ancak halk kütüphanesinden alıp da okuduğumuz klasiklerin Emil Zola’nın Nana’sı, Jack Landon’ın Vahşete Çağrı’sını bir de “Cuma”yı unutalı yıllar yıllar olmuş, son okuduklarımızdan ise onun haberi yoktu; “Nasıl Yapmalı?, Devlet ve İhtilal, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devlet’in Kökeni”
Yalnız okuduklarımızdan o güne kadar zırnık anlamamış ki anlatalım kıza! Dolayısıyla ilk entelektüel sohbet hüsranla sonuçlandı ama okumaya söz verdik hatta birkaç kitap önermesini hatta “zahmet olmazsa” getirmesini istedik.
Uzatmayalım sonunda kitaplar geldi kitaplar gitti, kızın sohbetinden hoşlandık o da bizimkinden hoşlandı ki sık sık gelip gider oldu sonrasında da hep geldi!
Artık “zaman”ı gelmişti bu sefer yalnız olmanın, kendimiz olmanın, bi cesaret aşkımızı ilan ettik Boğaz’ın kıyısında Tarabya’da, ki kabul gördü mutluyduk!
Mehmet Sarac
-----------------------------------------------------------------------------------------------
P.S: Mehmet, bizimle hayatinin cok onemli , cok ozel bir bir kesitini paylasti. Bu anilar, bir kitabin parcasi, bir roportajin temasi, belki bir filmin senaryosu oldular ya da olacaklar birgun...
.
Blogumu buna deger buldugu icin gercekten cok mutluyum...
.
"abem seni seviyor" diye agabeyine yardim etmeye calisan kardes kim biliyor musunuz?
.
O konusunda unu coktan Turkiye'yi asmis, bu ulkede cok onemli ilklere imza atmis, cok ozel bir insan... Son gerceklestirdigi "ilklerden" biri icin gazeteci soruyor ona, "ikoncanlari alacak misiniz buraya ? .., "Ben canlari alacagim" diyor cevap olarak...
.
Bu roportaji gazetede gercekten gozlerim dolarak okudum... (cumartesi Vatan gazetesi).
.
P.S2: Fotograflar yine Mehmet'in objektifinden, sarki bu kez kucuk kardes icin...
.
.
23 Agustos 2010
7 yorum:
Mehtap Hanım, bu hikayeyi okuma ortamımı görseniz şaşrsınız... onca iş bırakılmış, ortasına oturulmuş hikaye okunuyor:)) İnsan devamı gelse istiyor... hiç bitmese istiyor.
En iyi arkadaşım Urfalı'dır... O sayede Urfa kültürünü, yemeklerini çok yakından tanıdım... o nedendendir mi bilemedim Mehmet Sraç çok ama çok yakın biri gibi, kapı komşum, arkadaşım gibi..
ee sonra ne olmus? gerisini bekliyoruz..hem de cabuk:)) arkasi yarin gibi oldu:))
Mehmet bey'in anlatımı öyle yoğun, abartısız ve yalın ki; okurken alıp götürüyor ve bir solukta okunduktan sonra "budur işte dercesine" bırakıyor sizi sizle. Mehtap hn.'a paylaşım için teşekkürler. İyi ki bu yazı dizileri ile buluşturdunuz bizi. Sitenizden ayrı keyif, paylaşımlarınızdan ayrı keyif alıyorum doğrusu. Sevgiler.
Sevgileri, sevenleri, üretimi bol olsun.
Mehtap Hanım, İletişim alanında ders veriyorum ve 3.kez bloğunuzla dersime konuk oldunuz.
Burada konuğunuz olan herkes özel ve mükemmel olabilir ama onları asıl mükemmel kılan sizin yaklaşımınızdaki özen ve hatta saygı.
Bu konuda sizi içtenlikle kutlamama izin verin. Bu sizin kendinize duydugunuz güvenin ve değer vermekten korkmamanızın bir sonucu bence.
Saygılar ve sevgıler Boston'dan.
Öyle güzel bir yazıydı ki tadı damağımda kaldı.Paylaştığınız için teşekkürler. Dahası yok mu?
Hepinize konuklarim adina da cok tesekkur ediyorum.
Sevgilerimle...
Yorum Gönder