Mutfak penceresinden disariya bakiyoruz... Bak yapraklar dokulmeye basladilar bile diyorum, belki degisik renklerde toplayip bana getirirsin birkac tane... Burnunu cekiyor.. Hava cok sicak.. Cok nemli.. Cok yapis yapis... Ama ruzgar var.. Gunes gokyuzunde ama, gokyuzu grimsi...
Anne bu mevsimin adi ne diyor.. Bu mevsimin adi Roma diyorum..

30 Haziran 2010 Çarşamba

YA BEN....?


Ben burclardan hic anlamam, kendiminki dahil hicbir burcun ozelliklerini de bilmem... Hatta kendi burcumun ne oldugunu bile bilmiyormusum aslinda... Annem oyle soyledigi icin ben kendimi “aslan” saniyordum, bir gece arkadaslarimla yemek yerken “ne aslani, sen yengecsin” dediler, ertesi gun bambaska bir kadin olarak uyandim, hayatim degisti...


.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Ama terazileri iyi bilirim... Tecrubeyle sabittir... Dengelerine dokunmamak gerekir, yoksa vay halinize ! Zeus’un ofkesinden daha guclu bir sekilde ama tek farki sessizce bitirirler isinizi... Aninda...
.
“Ayip ediyorsun” diyor bizim ailenin terazisi son yazim icin... Insan meslektaslarina oyle sey soyler mi?
.
Soylemez... Aslinda onlara degil, programin formatina soylemistim ne soylediysem, hani hastaliktan cok konusuyoruz, sagliktan konusalim demek istemistim sadece... Ama ben kendini aslan sanan bir yengecten baska neyim ki, ozur diliyorum hemen... Bir daha yapmayacagim...
.
Aslinda Turkiye’nin en onemli universite hastanelerinden birinde psikiatri profesoru olan cok yakin bir arkadasimla bunu kisa bir sure once konusmus, “ben bu durumdan ciddi bir rahatsizlik duyuyorum” demistim bir sure once, “biz yasal islem baslattik, bu konu ile ilgili ciddi endiselerimiz oldu” demisti o da...

“Bir de insanlari uzup durma” demis bizim terazi... O konuda da cok hakli... Ne yapayim, mesleki deformasyona verin, hani kurtaracagima, onlem alayim gibi bir duygu herhalde...
Ama karar verdim... Oyle simdi balkondan Roma’nin castellilerine, yogun nemin yarattigi pusun arkasindan bakarken birdenbire karar verdim...
Artik sizi uzmek yok...
.
Uzun yazi yazmak yok...
.
Meslektaslar dahil kimseye soz soylemek yok...
.
Modadan, takilardan, evlerden, yemeklerden, parfumlerden, saraplardan, restoranlardan, en cok ta asktan konusacagiz...
.
Bundan sonra Roma kazan, ben kepce
.
Kepcelik bana uymaz aslinda da, kazanin altinda ates olsam... Olmaz mi?
.
... ?????
.
Bu aksam Trastevere’ye (Tiber nehrinin iki yanindaki semtin adi) yemege gidiyorum... Yarin yazarim artik...
.
Simdiye kadar sizi uzduklerim icin, ey butun burclar, beni affedin... Cok isteyerek yapmamisimdir...
.
Ya ben kirpi burcuysam ve daha bunu bilmiyorsak hicbirimiz....
.
30 Haziran 2010'Roma
.
P.S: Muzik kapris yapiyor, siz play'e dokunun lutfen... iki guzel sarki var...

28 Haziran 2010 Pazartesi

SIZ BANA HAYATI ANLATIN...


Nisan’in ortalari sanirim, biraz keyifsizim, yorgunum, oyle bir “no hairy” durumu yasiyorum...

Babamla sohbet ediyoruz internette... Tv’deki saglik programlarinda soylenenleri anlatiyor... “Cok degerli doktorlar cikiyorlar, cok guzel bilgiler veriyorlar” diyor... Sonra ara ara gozume takiliyor, beyaz onluklu ya da benim “pijama” dedigim genellikle ameliyathanede giyilen mavi ya da yesil takimli doktorlar, butun Turk halkini tip diplomasi sahibi yapmaya karar vermisler, anlatiyorlar da anlatiyorlar...

Sabahin korunde ise gitmeden once, bel kaymasi olan komsunuzu acil serviste nasil tedavi edecekler, hiperglisemi komasina giren kuaforunuze nasil bir mudahele uygulanacak, dis gebelik suphesinde oda arkadasiniza hangi tahlilleri yaptimaniz gerekiyor, alel acele ogreniyor, kahvaltinizi, makyajinizi yapiyor ve evden cikiyorsunuz...
Tam da o gunlerde babama artik sabahlari kahvalti yapacagima soz veriyorum, Gulcin’e yolladigi vitaminleri icecegime dair yemin ediyorum, anneme duzenli uyuyacagim, kendimi cok yormayacagim ritmimi yavaslatacagim konusunda bana artik guvenebilecegini soyluyorum...
Sabahlari, tam da babamin istedigi gibi olmasa da 40 yildan sonra 3-4 renkli meyveden olusmus meyve salatalari, iki degisik peynir, bazen 1 dilim kekle filan kahvalti yapiyorum, vitaminlerimi iciyorum da, uyku duzenim benim sozumu bazen dinlemiyor, gecenin bir vakti uyaniveriyorum...
Eskiden beri yatakta donup durmayi sevmem, uyku bittiyse biter kalkilir, yapacak birseyler mutlaka vardir...
.
Iste dun gece de oyle oluyor, birden bire uyaniyorum, salona geliyorum, hem Tv’yi, hem bilgisayarimi aciyorum... Pazar gununu birlikte gecirdigimiz Istanbul’lu arkadaslarimin getirdigi film cd’lerinin jelatinlerini aciyorum, Isin Karaca cd’sini inceliyorum, gazete-dergi tomarini kucagima alip divana uzaniyorum. Uzerime Federico bebekken THY’nin bir yolculukta hediye ettigi yumusacik battaniyeyi aliyorum ...
.
Saat gecenin 3’u... Bir ara uyuyorum sanirim... Karabasan goruyorum...
.
Kadinin biri uzerinde hastane giysileri, bir mankene suni teneffus yapiyor, kalp masaji yapiyor, oburu kulak zari yirtiklarini anlatiyor, bir digeri meniskus ameliyatinda hangi bagi nereye yapistiracagimizi ogretiyor...
.
Uyanmak istiyorum, uyanamiyorum... Galiba zaten uyanigim... "Benim tip diplomam var zaten, no’lur ogrenmem gerekmesin artik bunlari, bana sagliktan bahsedin, hastaliktan degil artik" diyecek oluyorum, doktor hanimin sol kasi oyle bir kalkiyor ki, odum kopuyor...
.
Allah’im babam insallah sinavda bana kopya verir, bu yastan sonra elektrikler kesikti calisamadim diyecek halim yok ki diyerek kalkiyorum divandan, hazirlaniyorum, kahvaltimi ediyorum, vitaminlerimi iciyorum ve ise gitmek uzere yola cikiyorum...
.
Sabah arabada arkadaslarimin getirdikleri Isin Karaca cd’sini dinliyorum , Marco bilinmeyen bir nedenle kayiplara karistigi icin, artik uzeri suslu olmayan sabah kahvemin yaninda, Istanbul’dan gelen minicik lokumlardan 3 tane birden yiyorum, oglene dogru gun kabusa donusuyor ve ben koridorda firtina gibi esiyorum... Bana “bir ani bir anina” uymaz anlaminda “lunatica” dediklerini biliyorum... Bu "ayin hallerine gore degisen" anlamina geliyor... Bugunlerde dolunay var ve muhtemelen kurtlasiyorum...
.
Oysa durumun ayla da, gunesle de ilgisi yok, iyi duzenlenmemis bir program yuzunden oradan orada kosturmakla ilgisi var ve az bile esip gurluyorum bence...
.
Koridordan hizla gecerken, hasta bekleme odasinda bekleyen bir meslektasim gozume carpiyor ve sadece gunaydin deyip geciyorum odama... Birkac is konusmasi disinda bir ilgim yok onunla, onun icin “hayrola” filan demiyorum, sonucta o da bu hastanede calisiyor ve herhangi bir anda herhangi bir yerde olmasi gayet dogal...

Kapi caliniyor, hemsire bu doktor hanimla beraber odama giriyor. “Son hastaniz geldi” diyor bana... Elimdeki dosyaya bakiyorum, “ aaa, buyrun gelin, niye haber vermezdiniz onceden, ilk hasta olarak alirdik” diyorum ve dosyayi aciyorum...

Okudugum tani ve sonrasi, belki bunca yillik tecrubeden sonra yuz ifademi degistirmiyor ama, icimde birseyler alt ust oluyor...

Cok ayrinti verecek degilim... Ama beni cok dikkatlice dinleyin istiyorum bugun... Lutfen...

Siradan bir kitle hikayesi ile basliyor hersey... Korkmayi gerektiren hicbir durum yok, hersey kitlenin iyi huylu oldugunu gosteriyor... Ameliyat sirasinda hemen o an patolojiye 3 parca yollaniyor, sonuc temiz geliyor, sadece kitle aliniyor ve konu kapaniyor... 15 gun sonra, bu doktor hanim ameliyat yarasinda birsey farkediyor... Hayir yara dokusu deniyor ama iste meslektastir, uzulmesin, kirmayalim diye MR cekiliyor, “temiz” geliyor sonuc... “O, icimde kotu bir his var” diye israr ediyor, ameliyati yapan cerrah tekrar tekrar muayene ediyor, sonra “peki, acalim tekrar” diyor...
.
Yara yerinde, iyilesmeye baslayan dokunun arasinda, cok agresif bir durumla karsilasiyorlar ve iki gogsu birden aliniyor... 48 yasinda... Basarili, guzel, gencecik bir kadin...
.
Aglayarak anlatiyor oykusunu bana... “Yasamak istiyorum simdi” diyor... “Yasamak istiyorum”... .
“Elbette yasayacaksiniz” diyorum, “onemli olan mudahele edilmis olmasi”...
.
Gozlerinden yaslar suzuluyor anlatirken... Korkularini, umutsuzlugunu ve icinde bulundugu yogun depresyonu anlatiyor...
.
Cok yalnizim diyor bir ara... “Kendiniz varsaniz kendi yaninizda yalnizlik diye birsey yok bence” diyorum...
Bunu inanarak soyluyorum... “Cok zor zamanlar bunlar, ama mucadele etmek gerekiyor” diyorum...
.
Sonra butun bunlar olurken, sevgilisinin nasil sessizce hayatindan cikip gittigini, ve hemen baska biriyle beraber oldugunu anlatiyor...
.
“Bosverin, giden sevgili olsun, yenisi gelir” diyorum...
.
Bunu da inanarak soyluyorum... "Elini sallasan ellisi" diyecegim ama Italyanca’da bir anlami olur mu bilmedigimden soyleyemiyorum...
.
Siz de benzer oykuler biliyorsunuzdur mutlaka...
.
“Hayat beni neden yoruyorsun ?” diye haykirir sarkici, siz de taa yurekten katilirsiniz bu sozlere... Yorulursunuz, usanirsiniz, yukler, kirginliklar, kizginliklar tasirsiniz...
.
Daha bir taraftan dokulup kirilanlarin parcalarini toparlayamadan obur taraftan paramparca olur baska hersey...
.
Parasizliklar, isle ilgili problemler, anne-baba-evlat sorunlari yasarsiniz... Encok biri elimi tutsun dediginiz anda bos kalir avucunuz, birine dayansam dediginiz yerde cekilir omuzlar...
.
Daha koydugunuz “nokta”nin murekkebi kurumadan, yeni beyaz kagitlar konulur masalarin uzerine kenar susleri yapili kuru boyalarla...

.
Yureginiz yanar, kulleri havalara savrulur, gormez kimse...
.
Olur... Ne yapalim...? Hayatin bir cok yuzu var... Gorecegiz iste siralari geldiginde, kendi sebep olduklarimizla ve olmadiklarimizla beraber...
.
Ama yasiyorsaniz ikinci bir sansiniz vardir mutlaka...
.
Yorgunluklar gecer, yukler hafifler, kizginliklari unutursunuz, kirginliklar solup gider hafizanin dehlizlerinde, acilari gecer...
.
Ummadiginiz bir yerden para gelir, Hizir birgun size de yetisir, is bulunur, sorunlar cozulur, sevgili doner, donmezse siirler yazarsiniz, “nokta” dediginiz yerden baslar satirbaslari...
Yeterki siz kendinizi de sevin butun sevdiklerinizle birlikte...
.
Var oldugunuz surece yalniz olmadiginizi bilin... Kimseden daha az onemli, daha az degerli olmayin, bukmeyin boynunuzu, omuz aramayin, kendi basiniz kendi omuzlarinizin uzerinde dursun yeter...
.
Onemseyin kendinizi... Kimse sevmese de sizi, deger vermese de, siz sevin, siz deger verin kendinize...
.
Onun icin bu hafta 40 yasindan gencseniz meme ultrasonu, 40’in uzerindeyseniz mammografi icin randevu alin, PAP testi icin nereye basvuracaginizi arastirin... Gitmisken tam kan sayimi, bobrekler icin en basitinden bir azotemi ve creatinemi, karaciger icin fonsiyon testlerini yaptirin... 50 yasin uzerindeyseniz bunlara bir akciger filmi ve bir de diskida gizli kan tahlilini ekleyin...
.
Hayatinizdaki 45 yas uzeri erkekler icin de PSA olcturmeyi planlayin o arada...
.
Hastaliklari ogrenmeyin, erken teshisin onemini ogrenin... Tedaviyi bilmek sizin isiniz degil, neyin yolunda gitmedigini farketmeye calisin... Duzenli olarak nelerin kontrol edilmesi gerektigini bilin...
.
Guclu olun, hayata sevgiyle ve tutkuyla baglanin...
.
“hayat, beni neden yoruyorsun” sadece bir sarkidir, bosverin sozlerini, ritmine ayak uydurun, ya da kendinize dinleyecek daha guzel sarkilar, tutulacak daha guzel eller, sizi icinde saklayacak daha yurekli yurekler bulun...
.
Ufleyin butun kulleri savrulsunlar siz hangi ruzgari secerseniz onunla...
.
Unutmayin, yasiyorsaniz ikinci bir seceneginiz vardir ve sizin “nokta” dediginiz yerden baslar yeni satir baslari...

P.S: Sizin icin ozel cektirdim bu fotograflari, ikisi de iki ayri nobet sonrasi... Bana inanmiyorsaniz, giysime inanirsiniz diye... Ben sinav yapmayacagim, “en iyi bildiginiz konuyu anlatin” diyecegim... Siz de bana “hayati” anlatacaksiniz..


28 Haziran 2010’Roma

18 Haziran 2010 Cuma

WOMAN IN BLACK AT MILANO...

Her yolculuktan epeyi bir zaman once, annem tembihlerine baslar, “Mehtap’cim, yavas yavas valizini hazirlamaya basla, son dakikaya kalmasin” diye... Inadina, her yolculukta her isim son dakikaya kalir, hersey ust uste gelir, son gece hep valiz basinda uykusuz gecirilir...
Milano yolculugu oncesi sadece annem degil, Gulcin’de ciddi bir bicimde ataga geciyor ve unutulmayacaklar listesini bile yolluyor... “Merak etme, ben degisiyorum, sakin sakin hazirlanacagim bu sefer “ diyorum...

Oyle de oluyor... Yavas yavas ve sakin sakin gec kaliyorum bu sefer... Hic stress yok... Son gun Federico’nun yil sonu gosterisi, aksam onun sinif yemegi filan var ve birakin valiz hazirlamayi, valizimin nerede oldugunu bile hatirlamiyorum... Evin kontrolu cok uzun zamandir yardimcimiz Doina’nin elinde cunku... Aksam yemekten donunce, valiz aranip bulunuyor, Gulcin’in “sakin unutma ! “ listesi gozden geciriliyor, kendime ait kongre yolculuklarinda hazirlanacaklar listesine bakiliyor ve gecenin korunde, yavas yavas, sakin sakin “ne giyecegim” dusuncelerine gark olunuyor...
.
Kararliyim, degisecegim... 5 gunluk kongreye, iki valizle gitmek yok... En az, en sade bicimde gidilecek ve donulecek... Zaten yaklasik 3 bin kisinin katildigi bir kongrede, ancak balik adam kiyafeti giyersem garipsenirim o kadar... Akillica davranmaya karar verip, ayakkabi, canta, aksesuar degisikliklerini en aza indirmek icin tek renk bir valiz hazirlamaya karar veriyorum ve gri elbise ceketimi, zumrut yesili elbisemi, lacivert cizgili ceket etegimi dolaba geri asiyorum... Etek giymemeye karar verip, coraplari geri koyuyorum, siyah jorjet bir pantolonu gece icin, baska iki siyah pantolon ceketi gunduz icin, pullarla isli siyah bir bluzu formal olmayan yemekler icin, ipek bir baska siyah bluzu da daha resmi karsilasmalar icin koyuyorum, bir kac pamuklu t-shirt , birkac aksesuar, iki canta, makyaj seti filan, hepsi bir trolleye sigiyor...

Kendimi garip hissediyorum... Ben bu kadarcik seyle piknige bile gidemem cunku... Ama bu yil zaten konusmam yok, 3 tane posterim var ama onlarin da onunde genellikle kimse durmuyor kongrelerde...Butun bunlari annemin ve Gulcin’in sozlerini dinleyerek yavas yavas ve sakin sakin sabaha kadar uyumadan yapiyorum...

Yolculugum cok keyifli geciyor... Antonio’nun ben seni birakayim teklifini geri ceviriyorum, Federico’yu okula birakiyorum, oradan trene gidiyorum... “Freccia Rossa” yani kirmizi ok ismi verilen hizli trenle seyahat ediyorum. 6,5 saatlik yol, 3 saate iniyor... Tren inanilmaz rahat, koltuklar sezlong gibi, gazeteler dagitiliyor, hos geldin kokteyleri ikram ediliyor sabahin korunde... Benim elimde yakin turk tarihi ile ilgili bir kitap var ama kapagini bile acmadan, yari uyur vaziyette camdan disari bakiyorum, kahvemi yudumluyorum...

Milano Google’in soylediginin aksine yagmurlu degil ama her zamanki gibi gri... Bir moda baskenti oldugu, her kosesinden hissediliyor... Magazalar, insanlar, kafeler, sokaklar hep bakimli ve “elegan” insanlarla dolu... Roma’ya kiyasla, genel bir “fit” hava var, az sayida sisman insan goze carpiyor. Ayrica Roma’da hem is yerlerine hem de gunluk hayata hakim olan biraz daginik, biraz umursamaz sayfiye havasindan cok daha ciddi ve derli toplu giyimli herkes... Bir kadinin kendi goruntusune yapabilecegi en ciddi darbelerden birisi olan bluzdan gozuken camasir askisini 5 gunde bir kac turist haris hemen hemen hic kimsede gormuyorum... Oysa bu Roma’da cok siradan bir olay... Milano’yu yine de cok sevemiyorum daha onceki gelislerimde oldugu gibi... Kendinden olmayan herkese tepeden bakan bu hava, beni rahatsiz ediyor... Ustelik hizmet vermeyi sevmeyen, Italyan’lara yakismayan bir asik suratlilikta bu sehir...
.
Kongre cok kalabalik, kongre binasi cok guzel ve cok modern... O salondan oburune kosup, mumkun oldugunca cok sey izlemeye calisiyorum ve firmalarin urunlerini tanittiklari, ivir givir hediyeler verdikleri bankolara hic yanasmiyorum... Ikinci gun bircok workshop var, ben kritik kanamalarla ilgili olana katilmaya karar veriyorum ve ismimi bir gun onceden yazdiriyorum... Sonra iki yildir uzerinde calistigim projede urununu kullandigimiz firmanin bankosuna yanasiyorum...
O gune kadar firmayla hicbir direkt iliski kurmamak benim tercihim ama sadece bir merhaba demek istiyorum ve sanirim orta dogu asilli bir Fransiz olan firmanin genel mudurunu, posterimi gormeye davet ediyorum... Gidiyoruz... Okuyor... “Bir kahve icelim lutfen” diyor... Kahvemizi icerken “benim niye sizden haberim yok ?” diye soruyor... “Bilmem, hic ilgilenmediniz” diyorum... “Yarinki workshop’a davetlim olarak katilin” diyor, “hayir ben kritik kanama konusunu dinlemek istiyorum” diyorum... “Yanlis anladiniz, konusmaci olarak davet ediyorum” diyor...
.
O kadar cok guluyorum ki... “Bu nasil yersiz bir davet” diyorum, “bugunden yarina, siz konuklarinizi coktan davet etmisken, program basilmis, artik hersey belirlenmisken, hic olacak sey mi? Ustelik ben bir gecede boyle bir konusmayi nasil hazirlayayim, saka mi ediyorsunuz, asla kabul etmem” diyorum, kahve icin tesekkur edip yanindan ayriliyorum...

Sonra aksam icin “Yasli Domuz” isimli Michelin listesinde yer almis restorandaki yemek davetini kabul ediyorum, ogleden sonrayi Roma’li iki meslektasimla Milano turu atarak geciriyorum ve yavas yavas, sakin sakin otele donuyorum.






Otelde beni cok formal bir mektup bekliyor ve workshop’ta konusma davetini israrla yineliyor firmanin genel muduru. Oturuyorum, dusunuyorum ve “aman canim ne olacak, iki yildir calistigim konu, alt tarafi 40-50 kisiye konusacagim, ne var yani” diyorum... Pendriveim ve laptop’um yanimda... Calismanin genel olarak sonuclari, universitede bu konuda verdigim dersle ilgili slaytlar da var, herhalde birsey cikartirim ortaya diye dusunuyorum.

Yasli Domuz Restoraninda her taraf domuz dolu... Nereye baksaniz domuz var ama yemekler domuzla sinirla degil... Cok keyifli ve lezzetli bir yemek yiyoruz, 3 kadeh Nero d’Avola sarabi iciyorum... Sonra laf arasinda ertesi gunku davetten ve Signor Antoione’in oylesine soyledigi 15.000 euroluk workshop’tan soz ediyorum. 40-50 kisilik bir toplanti icin anormal bir para diyorum...
Masada hafif bir sessizlik oluyor. “O workshop Auditorium’da galiba” diyorlar... Guluyorum, “hadi canim” diyorum... Kontrol ediyoruz, dogru...

Bu su demek, salon 30-40 kisilik olanlardan degil, 1500 kisilik bir salon... Yani ben bir gecede 1500 kisinin karsisinda yapacagim konusmayi hazirlayacagim... Ustelik 3 kadeh kirmizi saraptan sonra... Oyle mi?
.
Pacalarim tutusuyor... Ama gercekten tutusuyor. Otele donuyorum, odama kahve istiyorum, hemen bilgisayarin basina oturuyorum... Kendime inanilmaz derecede kiziyorum, bir yandan da, ne soyleyecegimi bile tam bilmeden beni israrla davet eden Signor Antoine’a daha da cok hayret ediyorum...
Sabah 5’e kadar, konusmami hazirliyorum, guzelim gri ceket elbisemi ya da lacivert takimimi getirmedigim icin kendime daha da cok kiziyorum, yanimdaki tek uygun siyah kiyafeti , icine koca fiyonklu aslinda cok ta sevmedigim ipek bluzu giyiyorum, bir dahaki sefere Gulcin ne derse dinleyecegim diyorum... Yine de alinan karara uyarak nabzim 110 civarinda atsa da, yavas yavas ve sakin sakin kahvaltimi yapiyorum...
.
Konusmanin nasil gectigini anlatmayacagim... Ama sonunda bu firmanin onumuzdeki eylulde baslamayi planladigim bir arastirmaya sponsor olmayi kabul ettigini soyleyeyim...
-
Milano’yu gecen seferlere nazaran birazcik daha cok seviyorum ama yine de Roma’ya donunce, “bu ne guzel bir sehir boyle, iyi ki burada yasiyorum” diyorum... Trenden iner inmez 1. ve 2. Can'la ve Linda ile beraber lahmacun yemege gidiyorum...
.
"Kongre nasil gecti ? "diyor Antonio... Gulumsuyorum...
Hayret edilecek derecede yavas ve sakin bir kongreydi diyorum... Basladigi gibi bitti...
-
P.S: Ne uzun ne gereksiz bir yazi olmus... Yeni kararlarimin icine kisa yazilar yazmayi da dahil ediyorum bugun... Hergun bir paragraf okuyun ya da hic okumayin, siz bilirsiniz...
P.S2: Muzigi dinlemek icin galiba play tusuna basmak gerekiyor. "Donne" yani kadinlar icin bu sarki...


18 Haziran 2010’Roma

3 Haziran 2010 Perşembe

YASAMAYA DAIR (1)

Yaşamak şakaya gelmez,
.
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın


bir sincap gibi mesela,


yani, yaşamanın dışında ve ötesinde
.

hiçbir şey beklemeden,


yani bütün işin gücün yaşamak olacak.


.


Yaşamayı ciddiye alacaksın,


yani o derecede,


öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan,


sırtın duvarda,


yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuarda insanlar için ölebileceksin,


hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,


hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,


hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.



.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,


yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,


hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,


ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,


yaşamak yanı ağır bastığından.





Nazim Hikmet , 1947