
.
Gencecik oglunu bir saldirida kaybeden bir annenin feryadi doluyor evin icine... Odasinda sessiz sedasiz oynayan Federico, salona kosuyor, “ne olmus anne, ne diyorlar, niye agliyorlar ?” diye soruyor... “Dinlemiyordum, mutfaktaydim” diyorum, “hadi gel bana yardim et”...
Aklima, sonbaharda oglunu kaybeden hemsiremin, artik hic gulmeyen yuzu ve donuk bakislari geliyor. Kalem ararken actigim cekmeceden gizli gizli okudugu kitabi buldugumda, kalbime saplanan bicagin acisini duyuyorum tekrar... Kitabin onsozunde, “bir evlat kaybedilince, onunla birlikte bir gecmis degil, gelecek te kaybedilir” yaziyor...
.
Beyaz masa ortusunu yayiyorum. Uzerine ucuk sari cicekli servisleri, saplari sari papatyali catal kasiklari, sonra tabaklari diziyorum, yanlarina hepsinin ayagi ayri renkli, yuksek bardaklar, Federico’ya dore, Antonio’ya mavi, bana da acik yesil olani koyuyorum... Renkli peceteler, ekmek sepeti, corba kaseleri, kahve degirmeni karabiberlik, surahi hergunku yerlerini aliyorlar masada...
Tv’de reklamlar basliyor... Yaklasan anneler gununu hatirlatiyorlar, hediyemizi secelim unutmayalim diye birbirinden hos uyarilarda bulunuyorlar...
.
Bir kadinin sarkisi var fonda, reklamlardan birinde... “Bir tek annem olsun, bana bir sey olmaz” diyor sarkida...

.
Anneligi, kadinligi, yemek, temizlik yapmaya, ufak el aletlerine, parfumlere, tek taslara kilitleyen zihniyet, cok hos, cok yakisikli, bakimli erkek figurleriyle beynimize doluyor, Bu hos erkeklerin yaninda da, ana babasini uzecegine asla ihtimal vermeyeceginiz, dunya tatlisi, hep sinif birincisi, terbiyeli ve sevimli gulusleriyle her yastan cocuklar ya bir buzdolabinin basinda, ya camasir makinesinin etrafinda, ya da 1000 saat calissa bile yuzunde yorgunluk izi olmayan babanin kullandigi arabanin arka koltugundalar...
.
O urunleri alinca siz de o dunyaya terfi ediyorsunuz... Oylesine bir dunyanin parcasi, o guzelim evin hanimi, o harika erkegin kadini, o cocuklar gibi cocuklarin annesi oluyorsunuz...
.
.
Ertesi sabah uyaniyorum erkenden... Sutlu kahve hazirliyorum kendime, koltukta pijamalarimla oturuyorum... Kaplumbagaligim ustumde, hic acelem yok...
.

.
Hazirlanip cikiyorum evden... Yolun sol tarafindaki bill boardlarin tumunde, Gucci’nin gozluk reklamlari var, anneler gunu icin... Biraz ilerde, Cartier’in parfumu... Supermarketin camlarina kocaman kirmizi kalpler asilmis, armaganinizi bizden alin diyorlar...
.
Nasil anlatirsiniz simdi, oglunun arkasindan baka kalan o anneye anneler gununu... ?
.
Neyle susturursunuz yuregini, hem de tam cocuk bayraminda annesini kaybeden, acisini 45 yil sonra “kossan yetisemezsin, bagirsan sesini duymaz, aglasan kimin umurunda*” diye yazan, bugun bile kayan yildiz gorurum korkusuyla gokyuzune bakamayan Mehmet’in...?
.
Karisi, hayattaki tek sevgilisi,


Berrin’e nasil anlatirsiniz, encok ihtiyac duyulan bir anda, kimsenin yaninda aglamadan kaybedilen annenin o gunku yoklugunu...?
.
Alessandra’ya kaderden bahsetseniz, yuzundeki donukluga, o bos bakislara hayat katabilir misiniz bir daha?
.
Calistigim hastanenin, cocuk birakma kutusuna bebegini birakip giden kimbilir o hangi anneye, 20 yil once Ankara’da, karli bir gunde hastanenin cop bidonuna birakilan o bebege nasil tarif edersiniz anneler gununu...?

.
Nasil anlatirsiniz...?
.
Anneniz yaninizdaysa, cocuklarinizin kollari boynunuzdaysa, sessizce sukredin hergun...
Bosverin, o gun birsey gunu olmasin...
.
Gunun ne oldugu, ayin kaci oldugu, hangi mevsimde oldugunuzun hic onemi olmasin... Uzakta da olsalar, golgeleri olsun hayatinizda...

Olabildiginiz kadar evlat olun, olabileceginizden daha cok ana... Beklemeyin anneler gununu filan...
.
Sukredin varliklarina... Olsun varsin; ne verecek, ne alacak bir armagan olsun ortalikta...
.

.
Yoksa eger oyle bir cumle, bu seferlik sessizce kutlayin anneler gununu...
.
Sukrederek sadece...
.
.
.
*Canlarina Degsin, Mehmet Sarac (Everest Yayinlari, 2009)
30 Nisan 2010’Roma