Büyük bir gürültü ile uyandığımda, şehir üstüme yıkılıyor sandım. Çalkalanan tekne yan yatınca, ağlarla birlikte suya kayıverdim. Ağlara takılan muşambamın düğmesi beni ağır ağlarla birlikte denizin derinliklerine doğru çekiyordu. İçgüdüsel olarak düğmeyi koparıp, sudan ağırlaşmış giysilerimle ağır ağır, bir çöp gibi suyun üzerine çıktım. Ağzım tuzlu su doluydu.Teknenin ıskarmozuna yapışmışım. Diğer elimde ise nasıl nereden bulduğumu anımsayamadığım yırtık hasır şapkam vardı. Yırtık hasır şapkamı, yarısına kadar su dolmuş teknenin içine fırlattım. Teknenin içinde yüzen; takım sandığı, faraş tahtaları ve kovanın arasına o da katıldı. Zar zor tekneye tırmanırken, tekne üzerime kapaklanacak gibi oldu. Denizin sularından, teknenin sularına geçtiğim zaman, hala ne olup bittiğini anlayamamıştım. Kafamı kaldırınca, karanlık bir şehir gibi ağır ağır uzaklaşan, kocaman petrol tankerini gördüm. Hemen, kestiğim demir ipinin ucunu bulup, faraş tahtalarını ve ıslak muşambalarımı bağlayıp suya attım. Geniş yüzeyleri sayesinde su tutan bu nesneler, yüzen bir çapa görevi yapıp, teknenin başını rüzgara çevirip dalgaların tekneyi batırma tehlikesini azalttı. Kovaya yapışıp, teknenin suyunu boşaltmaya başladım. Dalgalar, kova ile boşalttığım suyun bir kısmını tekrar içeri atıyordu. Durum, matematik derslerinde öğretilen havuz hesaplarına benzese de; ortalıkta suyu dolduran ve boşaltan düzenli musluklar yoktu.
Sırılsıklam bir haldeydim. Bitmeyen hayatımın bu oyununu merak etmeye başladım. Şiir gibi bir ölüm düşünmüş, becerememiş, tekrar kavganın gürültünün ayakta kalma mücadelesinin ortasına düşmüştüm. Bu mücadele hoşuma gitti. Böyle bir mücadelenin içinde ölmek kaybetmek değildi.
Karanlık tepelerin ardından gökyüzü ağırmaya başladı. Rüzgar da durmuştu. İleride kara gözüküyordu. Her tarafım sırılsıklam, titreyen bir halde, kürekleri ıskarmozlara takıp, kıyıya doğru gıcırtılarla çekmeye başladım.
Çürüyen yosunların kapladığı kumsalda martı sürüleri uyuyorlardı. Tekneyi renkli çakıl taşlarının üzerine çekerken çıkardığım gürültüden ürküp havalandılar, gökyüzünde papatyalar açmıştı. Sol traftaki iri ahlat ağacının altına gidip kendimi yere yüzükoyun bıraktım.
Sırılsıklam bir haldeydim. Bitmeyen hayatımın bu oyununu merak etmeye başladım. Şiir gibi bir ölüm düşünmüş, becerememiş, tekrar kavganın gürültünün ayakta kalma mücadelesinin ortasına düşmüştüm. Bu mücadele hoşuma gitti. Böyle bir mücadelenin içinde ölmek kaybetmek değildi.
Karanlık tepelerin ardından gökyüzü ağırmaya başladı. Rüzgar da durmuştu. İleride kara gözüküyordu. Her tarafım sırılsıklam, titreyen bir halde, kürekleri ıskarmozlara takıp, kıyıya doğru gıcırtılarla çekmeye başladım.
Çürüyen yosunların kapladığı kumsalda martı sürüleri uyuyorlardı. Tekneyi renkli çakıl taşlarının üzerine çekerken çıkardığım gürültüden ürküp havalandılar, gökyüzünde papatyalar açmıştı. Sol traftaki iri ahlat ağacının altına gidip kendimi yere yüzükoyun bıraktım.
Kocası, şehir yaşamında çok çalışmış, çok paralar kazanmış, çok yorulmuştu. Dünya’nın ve memleketin gidişatı hiç bir zaman güven vermemiş; kendini hep gerektiğinden fazlasına sahip olmaya zorlamıştı. Bu yaşam tarzından geriye, uyuşturucuya bağlı bir çocuk, yüksek tansiyon ve iki enfarktüs kalmıştı. Karısı onu yaşamı boyunca hiç yalnız bırakmamış, zor günlerinde hep yanında olmuş, ne hayallerle bitirdiği güzel sanatlar akademisi resim bölümünde öğrendiklerini, kocası ve çocuğu arasında koştururken kullanamamış; yağlı boyaları, fırçaları, resim sehpaları, tuvalleri bir dolabın derinliklerinde kaybolmuş, ama o akademi günlerini ve hayallerini unutamamıştı.
Kocası, artık şehirden ayrılıp deniz kenarında küçük bir kasabaya yerleşip, sakin bir hayat yaşamayı önerdiğinde; kocasının, bahçesinde domatesler, biberler, patlıcanlar, yeşil marullar, taze soğanlar, kırmızı turplar, toprağı eşeleyen tavuklar ve horozlar hayalleri arasına o da resim tuvallerini ve boyalarını koymuş, kocasının önerisini hemen kabul etmişti.
Deniz kenarında, yeni gelişen bu kasabada, bahçeli geniş bir ev satın almışlar, bahçeye meyve ağaçları dikmişler ama iri ahlat ağacına dokunmayıp yeşil parlak yaprakları, acı meyveleri ile öylece bırakmışlardı. Kocası bu kasaba yaşamında gençleşmiş, sabahları erkenden kalkıp bahçeye çeki düzen vermeye, yeni fideler ekip, ürünler almaya başlamıştı. Kadının işi zordu. Akademide iyi bir hocanın atölyesine devam edip, iyi bir öğrencisi olmuştu. Şimdi bu balıkçı kasabasında ne resmi yapacağını, yaptıklarının ne işe yarayacağını kestiremeyip şaşırmıştı. Oysa, ondan daha yeteneksiz dönem arkadaşları alıp başlarını ilerlemişler, ülkenin önde gelen sanatçıları olmuşlardı.
Kocası, artık şehirden ayrılıp deniz kenarında küçük bir kasabaya yerleşip, sakin bir hayat yaşamayı önerdiğinde; kocasının, bahçesinde domatesler, biberler, patlıcanlar, yeşil marullar, taze soğanlar, kırmızı turplar, toprağı eşeleyen tavuklar ve horozlar hayalleri arasına o da resim tuvallerini ve boyalarını koymuş, kocasının önerisini hemen kabul etmişti.
Deniz kenarında, yeni gelişen bu kasabada, bahçeli geniş bir ev satın almışlar, bahçeye meyve ağaçları dikmişler ama iri ahlat ağacına dokunmayıp yeşil parlak yaprakları, acı meyveleri ile öylece bırakmışlardı. Kocası bu kasaba yaşamında gençleşmiş, sabahları erkenden kalkıp bahçeye çeki düzen vermeye, yeni fideler ekip, ürünler almaya başlamıştı. Kadının işi zordu. Akademide iyi bir hocanın atölyesine devam edip, iyi bir öğrencisi olmuştu. Şimdi bu balıkçı kasabasında ne resmi yapacağını, yaptıklarının ne işe yarayacağını kestiremeyip şaşırmıştı. Oysa, ondan daha yeteneksiz dönem arkadaşları alıp başlarını ilerlemişler, ülkenin önde gelen sanatçıları olmuşlardı.
Kadın, bu arkadaşlarının vardıkları yerden başlayamazdı. Üzerinde büyük bir baskı hissediyor, resmedecek konu bulamıyor, fırçalar elinden kayıyor, tuvaller boya tutmuyorlardı. Bütün gün, bahçede küçücük uğraşlarla mutlu olan kocasını birazda imrenerek izliyor, ama kendisi küçük resimlerle mutlu olamıyacağını biliyordu. Kocası çalışmış çabalamış, kazandıkları ile ailesine iyi bir hayat yaşatmış ve en sonunda çabalarının bir sonucu olarak aileye böyle huzurlu bir yaşam olanağı sunmuştu. Oysa kadının yaşamı, ev hayatı içinde bir gölge gibi geçmiş, tek oğlunu doğru dürüst yetiştirememe duygusu altında ezilmiş, hatta babadan kalan mirası kocasının iş hayatı içinde eriyip gitmiş, ortalıkta görünen hiçbir şeyin altında imzası olmamıştı. Şimdi böyle bir imzayı yakalamaya çalışıyor, ama kaybettiği zaman buna izin vermiyordu.
Güzel bir ekim ayıydı. Bahçedeki ağaçların yaprakları yavaş yavaş sararmaya ve dökülmeye başlamışlar; domatesler, biberler, patlıcanlar kurumuş; çitlerin kenarındaki krizantemler renk renk çiçeklenmişlerdi. Kocası, kuruyan bitkileri söküp çıkarıyor, toprağı belleyip havalandırıyor, açtığı yeni arklara taze soğan, kıvırcık marul, turp, lahana ve pırasa ekiyordu. Kadın da kuru bitkileri ve yaprakları toplayıp ahlat ağacının altında yaktı. İri alevlerle yanan ateşten gri dumanlar yükselirken, kadının içinden bu dumanlarla, şehirdeki akademi günlerindeki arkadaşlarıyla konuşmak, derdini anlatmak geçti. Renk renk boyalarla anlatamadıklarını bu kocaman gri dumanlarla nasıl anlatırdı ki?
Gidip ahlat ağacına yaslanıp, başkalarına anlatabileceği bir şeyler düşünmeye başladı. Aklına hiç bir şey gelmiyor, kime ne anlatacağını bilemiyordu. İçinden ağlamak geliyor, ama yaşamından mutlu olan kocasını üzmek istemiyordu. Gözleri yaşardı. Ayağa kalkıp, eve doğru yürüdü. Kapıdan içeriye adımını atınca kendini tutamayıp boşaldı. İki gözü iki çeşme ağlıyordu. Banyoya girip, sırtından beyaz gömleğini çıkarıp askıya astı. Tam duşa girecekti ki, bir zamanların o güzel vücudu ile aynada yüzyüze geldi. Kilolar almış, göğüsleri sarkmış, yüzü kırışmış, saçları ağarmış; bütün bunların karşılığında zengin bir evin şımarık bir köpeği gibi sadece yaşamış; yaşamına bir anlam katamamıştı. Birden gözüne, askıdaki, isli ahlat ağacına yaslandığında kirlettiği, beyaz gömleği takıldı. Bu gömleğin üzerinde harfler ve bir hayat hikayesi basılmıştı. Aynanın karşısında öylece kalıp yukarıdaki satırları okumaya başladı. Sonra koşup ahlat ağacının gövdesine gitti. Ahlat ağacına kazınmış hikayenin devamını buldu.
Gerçek hikayeler, soyunarak yaşanılanlardan ve soyunarak okunanlardan ibaretti. Eğer, bu hikayenin devamını merak ederseniz, gidip o ahlat ağacının altında bir ateş yakın. Beyaz gömleğinizle ahlat ağacının gövdesine yaslanın. Sonra bir aynanın karşında soyunup kendi öykünüzü tersten, gömleğinizin üzerindeki balıkçının öyküsünün devamını düz olarak okuyun.
Güzel bir ekim ayıydı. Bahçedeki ağaçların yaprakları yavaş yavaş sararmaya ve dökülmeye başlamışlar; domatesler, biberler, patlıcanlar kurumuş; çitlerin kenarındaki krizantemler renk renk çiçeklenmişlerdi. Kocası, kuruyan bitkileri söküp çıkarıyor, toprağı belleyip havalandırıyor, açtığı yeni arklara taze soğan, kıvırcık marul, turp, lahana ve pırasa ekiyordu. Kadın da kuru bitkileri ve yaprakları toplayıp ahlat ağacının altında yaktı. İri alevlerle yanan ateşten gri dumanlar yükselirken, kadının içinden bu dumanlarla, şehirdeki akademi günlerindeki arkadaşlarıyla konuşmak, derdini anlatmak geçti. Renk renk boyalarla anlatamadıklarını bu kocaman gri dumanlarla nasıl anlatırdı ki?
Gidip ahlat ağacına yaslanıp, başkalarına anlatabileceği bir şeyler düşünmeye başladı. Aklına hiç bir şey gelmiyor, kime ne anlatacağını bilemiyordu. İçinden ağlamak geliyor, ama yaşamından mutlu olan kocasını üzmek istemiyordu. Gözleri yaşardı. Ayağa kalkıp, eve doğru yürüdü. Kapıdan içeriye adımını atınca kendini tutamayıp boşaldı. İki gözü iki çeşme ağlıyordu. Banyoya girip, sırtından beyaz gömleğini çıkarıp askıya astı. Tam duşa girecekti ki, bir zamanların o güzel vücudu ile aynada yüzyüze geldi. Kilolar almış, göğüsleri sarkmış, yüzü kırışmış, saçları ağarmış; bütün bunların karşılığında zengin bir evin şımarık bir köpeği gibi sadece yaşamış; yaşamına bir anlam katamamıştı. Birden gözüne, askıdaki, isli ahlat ağacına yaslandığında kirlettiği, beyaz gömleği takıldı. Bu gömleğin üzerinde harfler ve bir hayat hikayesi basılmıştı. Aynanın karşısında öylece kalıp yukarıdaki satırları okumaya başladı. Sonra koşup ahlat ağacının gövdesine gitti. Ahlat ağacına kazınmış hikayenin devamını buldu.
Gerçek hikayeler, soyunarak yaşanılanlardan ve soyunarak okunanlardan ibaretti. Eğer, bu hikayenin devamını merak ederseniz, gidip o ahlat ağacının altında bir ateş yakın. Beyaz gömleğinizle ahlat ağacının gövdesine yaslanın. Sonra bir aynanın karşında soyunup kendi öykünüzü tersten, gömleğinizin üzerindeki balıkçının öyküsünün devamını düz olarak okuyun.
Fatih Mika
8 Ağustos Ischia
8 Ağustos Ischia
7 yorum:
Güzel bir öykü, etkilendim doğrusu. Okurken aldı götürdü uzaklara ....
Hikaye kaldığı yerde merak duygusu uyandırıyor..ahlat ağacının rehber ruh olarak araya girmeside muhteşem... kendimizi nice rehber ruhlara açmak dileğiyle..
yasemin
Bizim köyün etrafı ahlat ağaçlarıyla doluydu o yüzden köye gittiğimizde yediğimiz meyve ahlattı. Uzun zamandır gitmiyorum bi hoş oldum ahlat deyince
malum ramazandayız ve uzun süre aç kalıyoruz şekerimiz düşüyo metabolizmamız nerelerde bilmiyorum ama ramazanda kilo verebilmek mümkün mü diyet sınıfınızdaydım 11 kg vermem gerekiyordu 6 kg verebildim ramazan ayı boyunca 5 kg vermek istiyorum ama sizin listenizle bu biraz imkansız, malum öğünler-ara öğünler....
bu konuda bilgilendirebilir misiniz?
sevgili mehtap benimmesajlarım sana geliyormu ben gönderiyorum ama sen hep cevap verirdin.acaba ulaşmıyormu.sevgiyle mutlu ol.
Varlığın içinde yokluk...Başkalarının uğraştıkları çabaları karşısında sizin elinizin kolunuzun tutmayışı.İnsanoğlu o kadar ilkel güdülerle donanmış ki.Hayata gözlerimizi kapatırken elimize miras kalan tek değer belkide iyi yetişmiş yada kendini iyi yetiştirmiş evlatlar kalıyor.Bu yüzyılda bu o kadar zor ki.Ne diyeyim Allah herkese hayırlı evlatlar nasip etsin.
Yorum Gönder