24 Mayıs 2008 Cumartesi

BUGUN MISAFIRIM VAR...

Bu blogda zaman zaman sevdigim arkadaslarimin yazilarina yer verecegim. bana konuk olsunlar, onlar neden isterlerse ondan konusalim, gorusemesek de, ozlem giderelim istedim.
Bugun Prof. Dr. Fatih Unal burada.. Hacettepe Universitesi Ruh Sagligi ve Hastaliklari Anabilim dalinda calisan, sayisiz bilimsel makalenin yazari, onemli bilim odullerinin sahibi, ozellikle cocuk ruh sagligi uzerinde calismalarini yogunlastirmis bir bilim adami o.. Benim universite yillarindan arkadasim.. Baris ve Zeynep'in babasi ve Engin'in de esi.. Klasik muzik tutkunu, okumaya asik, neseli canli, dogal bir insan..
Fatih'cigim.. Ne iyi ettin de geldin.. Hos geldin..

24/V/2008'Roma




DERT
Büyük bir derdim olmasaydı bunların hiçbiri yazılmayacaktı. Bundan tam olarak 25 yıl önce de aynı şey olmuştu. Ama o zamanlar derdimin ne olduğunu tam olarak biliyordum: Deli gibi sevdiğim o tuhaf kız bana yüz vermemiş, üstüne üstlük yaptığım o beceriksiz konuşmayı herkese anlatmıştı. Hangisine daha çok üzüleceğimi şaşırmıştım…

Bir şey yapmalıydım. Her hangi bir şey...

Daha önce hiç yapmadığım bir şey…

Başka şeyler de olabilirdi belki ama ilk aklıma gelen, öylesine ilk aklıma gelen resim yapmak olmuştu; o kadar ki, ona ya da kendime doğru dürüst kızmaya bile fırsat olmadı. Belki dikkatimi dağıtmak için başlamıştım, ama daha sonra işler değişti; daha sonra, unutmaya çalışmaktan çok meydan okumaya dönüştü resim yapmak; o kadar doğruydu ki bu, başka hiçbir şey yapamazmışım gibi geliyordu bana. Yaptığım resimleri beğenip beğenmemeleri umurumda değildi. Kimseden herhangi bir şey gizlemeye çalışmıyordum ama kimseye özellikle bir şey anlatmaya da. Gizlenecek de pek bir şey kalmamıştı zaten. Beklenmedik ölçüde cesurdum. Suluboya yapıyordum, yalnızca suluboya. Elime para geçtikçe, soluğu Sakarya’da, her aradığınızı bulabileceğiniz o dükkanda alıyordum. Her hafta daha da iyi malzemeler geliyordu dükkana: Hahnemühle marka suluboya kağıtları, Lukas marka kızıl samur suluboya fırçaları ve boyalar...

Nasıl çalışacağımı dükkanın sahibine soruyordum. Bazen, durduk yerde başka şeyler de konuşurken buluyordum kendimi. Aslında daha çok o konuşuyordu galiba. Adamın adı dünyada aklıma gelmez şimdi ama onun hakkında bir sürü gereksiz ayrıntı hatırlıyorum: O dükkanı emekli olduktan hemen sonra açmıştı; hem mimar olduğunu söylüyordu, uzun yıllar bir devlet kurumunun yapı işleri bölümünde çalıştığını; hem de güzel sanatlar fakültesini bitirdiğini üstüne basa basa. Her karşılaştığımızda bana bir yanıyla iyi davranıyordu, sorduğum şeyi anladığından emin olduktan sonra neredeyse mükemmel kestirme yollar öğretiyordu; öte yandan bana verdiği her bilgi için sonradan pişman oluyor, surat asıyor, hatta biliyorum, bazen öfkeden içi içini yiyordu. Neden böyle içerlediğini anlayamamıştım o zamanlar. Bu yaşımda böyle pahalı malzemeleri satın almaya paramın yettiğine bozulduğunu zannetmiştim önceleri, ama sonra genel olarak resim yapmama karşı olduğunu fark ettim; ‘iyi de, bu adam kimin için açtı o zaman bu dükkanı’ diye geçirmiştim içimden. Neyse ki, öfkesi insana bulaşmıyordu. Olsa olsa sıkıntısını okuyabilirdi insan. Bir başladı mı konuşması, hiç nefes almadan sürdürürdü: ‘Herkes resim yapabileceğini sanıyor, olmaz öyle şey, eğitimini almadan olmaz, araba kullanmak için bile ders alıyorsun değil mi, olmaz, hele suluboya hiç olmaz, suluboya hata kabul etmez, üzerini kapatamazsın, neredeyse hiçbir renk ile oynayamazsın...’
Eider (Edredone)

Acquarello | 2004Mostre:
Torre Avogadro, Lumezzane (BS) 2005.
Galleria Nuages, Milano 2005
.




Hiç üstüme alınmıyordum. Bunları kendini bilmez birileri için söylediği açıktı. Belki de dükkanına hiç uğramayan biri için söylüyordu bunları, ama bana söylemiyordu. Benimle dertleşiyordu olsa olsa, çünkü iyi kötü anlamış olmalıydı bir derdimin olduğunu, bunu anlamamışsa da çok önemli değildi o zamanlar bunlar, sonuçta suluboya macera gibi bir şeydi artık benim için. Üstüne üstlük çok şanslıydım ve insanın şansı yaver gittiğinde harika şeyler ortaya çıkıyordu...

Şimdi durum çok farklı tabii. Derdim öyle gönül yarası gibi değil. Hiç değil. Derdim başka bu sefer. Yani bu sefer resim yapamam, işimi şansa bırakamam...

Her şeyi olduğu gibi anlatmaktan başka çarem yok bu sefer...


Fatih Unal

5 yorum:

  1. Sevgili Mehtap ne güzel, ne ince bir düşünce bu: "bugün misafirim var.." gerçekten çok zarifsin..

    Sevgili Fatih bey,
    "unutmaya çalışmaktan çok meydan okumaya dönüştü resim yapmak" sözünüz çok etkileyici.. Üstelik de bu meydan okumanın o vakte kadar hiç kullanmadığınız bir yeteneğinizle olması.. Hayat bizi böyle böyle geliştiriyor işte..

    sevgiyle kalın..

    YanıtlaSil
  2. Mehtap'cığım ne iyi akıl ettin, çok sevdim "bugün misafirim var" fikrini...
    Hem fikir çok güzel, hem de ilk misafirinin kalemi de anlaşılan fırçası kadar güçlü...
    keyifle okudum, resim yaparken en sıkıntılı anlarımdan en güzel resimlerimin çıktığını ve o anların nasıl da harika terapiler olduğunu hatırladım, özlediğimi farkettim...
    umarım Fatih Bey sık sık misafirin olur...
    sevgilerimle,

    YanıtlaSil
  3. Ben en kisa zamanda sizi de burada misafir etmek istiyorum unutmayin.. Hatta Nilambara'cigim resimlerini ve bazilarini gorme firsatini buldugum fotograflarini da getirirsin , ne guzel olur.

    YanıtlaSil
  4. Sevgili Mehtap
    iyi bir yazar ve editör olacaksin sanirim bloguna..Baksana ilk köşe yazarını ilk misafirin diye tanıştırsanda ben bunun böyle olacagini biliyorum..

    Harika bir yazıydı..Demekki Tanrı, belki de o aşk acısını sizin resim yapmaya adım atmaniz için kurgulamış..

    işinizi şansa bırakmayin bu sefer...Fırçanızdan renkleriniz, kaleminizden kelimeleriniz ve hayatınızdan şansınız eksik olmasın dilerim..

    YanıtlaSil
  5. Mehtap'cığım misafirin olmaktan çok keyif alırım :)
    ama biraz izin lütfen, buaralar oldukça yoğun ve ayrıca bir de seyahat var... belki seyahat anılarımla misafirin olurum ;)

    YanıtlaSil